13 Ocak 2016 Çarşamba

BARIŞ

Barış, 1992 doğumlu, arkadaşları ona 'Brez' diyor.  Gerçi arkadaşları Öcalan'a da brez diyor, türküler söylüyor, gülüyor, eğleniyor.

Barış, barış istiyor. Dilinden bunu düşürmüyor. İki lafının bir tanesi barış oluyor Barış'ın.
Nasıl olacak deyince  silahlar susacak diyor, devlet gidecek diyor. O kadar.

Barış, barışı nasıl getirmeyi planlıyor?

İllegal yollardan silahlanmış, kadın-çocuk-bebek demeden kurşun sıkmış, 20 yaşındaki gençleri öldürüp telsizden kahkahalar atmış,insanları sokaklarına, mahallelerine hapsetmek için hendekler kazmış, çocukların oynadığı, gezdiği sokaklara bomba düzenekleri kuran bir örgüte bölgeyi bırakarak getirmeyi planlıyor.

Barış bunları görmek istemiyor, ona göre Pkk, aynı desteklediği siyasi partinin bir milletvekilinin dediği gibi 'OrtaDoğuyu gül bahçesine çevirmek isteyen bir yapılanma'.  Pkk'nın elinde silah yok ona göre, insanlara baskı yapmıyor, okul yakmıyor mesela. Göreve gelmiş gencecik öğretmenleri hiç öldürmemiş mesela.  Barış bu iki haberi asla art arda okuyup düşünmüyor :

http://www.mynet.com/haber/politika/hdpli-vekil-zeydandan-soke-eden-pkk-aciklamasi-1937861-1


http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/06/29/pkkli-murat-karayilandan-turkiyeye-saldiririz-tehdidi

Barış'a göre PKK asla savaş tehdidi yapamaz, yapmaz. Bu tehditler hep barış için, Barış'a göre.

Hatta bunlar tehdit dahi değil, caydırıcı açıklamalar ona göre.

Barış, çocuklar ölmesin diyor, ama çocukların oynadığı sokaklara bomba tuzaklayanları destekliyor,

Barış, savaşın bitmesini istiyor, ama savaş dediği şeyin nedeni olan şiddet kusan terör örgütünü destekliyor.

Barış, bölgeye huzur istiyor, ama okul yakan, ambulansa molotof akan, öğretmenleri okul kapılarının önünde infaz eden, hendekler kazan, çarşıları-pazarları tarumar eden örgütü çözüm olarak görüyor.

Barış, PKK'nın yıktığını telafi etmeye çalışan, bombaları tek tek temizleyen, temizlerken şehit düşen, üzerine el bombasıyla koşarak gelen kişiye 'Çocuksa sakın vurmayın' emri veren, bölge halkının 'Allah sizden razı olsun' lafını eksik etmediği, Dünya'nın tüm otoriteleri tarafından, tüm saygın tarihçileri ve analizcileri tarafından en merhametli ve onurlu ordularından birisi kabul edilen Türk Ordusunu düşman olarak görüyor, ona kurşun sıkılmasını istiyor, ama 'barış' istiyor Barış.

Barış, tabi ki kendisini Kürt Halkının sesi olarak görüyor, onların yanında olduğunu her fırsatta dile getiriyor, her gün Fırat Haber Ajansı haberi paylaşarak, popüler bir eylemde, Facebook kapak fotoğrafında... Barış'ın bilekliği, PKK bayrağı renginde, ama ay-yıldızlı kolye takan kızlara Faşist diyor mesela. Brez Barış.

Kendini Kürt halkının sesi olarak gördüğü için, kendi istediği ve fikrettiği her şeyi , Kürt Halkı'nın tamamı istiyormuş gibi düşünüyor. Bunu bilinçsizce yapıyor, farkında değil, ama yapıyor.

Örneğin, PKK'yı bütün Kürtlerin desteklediğini düşünüyor Barış.
Ancak, 13 Milyon Kürt'ten yalnıca 4.5 Milyonu onunla aynı partiye oy veriyor.Evet, HDP'ye oy veren Kürt seçmen sayısı bu, bunu biliyor Barış, ama görmezden geliyor, görmezden gelmek zorunda, bu rakamlara hiç bakmıyor mesela :

http://secim.ntv.com.tr/

 Buna rağmen kendisini Kürt Halkının temsilcisi ilan ediyor, onların sesi olma iddiasını sürdürüyor, 3'te 2'sinden siyasi olarak farklı bir partiye oy vermiş olsa da,
Kürtlerin büyük çoğunluğu onun çok sevdiği PKK'ya karşı olsa da...

Barış bu arada beraber ve kardeşçe yaşama lafını ağzından eksik etmiyor, ama özerklik istiyor. Hem beraber yaşamak istiyor Barış, hem de ayrılma aşkıyla yanıp tutuşuyor. Barış'ın idolleri de böyle, hep bir ağızdan beraber yaşayalım diyerek ayrılalım diye yırtınıyorlar, Barış git diyemiyor, ama kal demekte içinden gelmiyor.  Liderleri hep bunu diyor mesela :

 http://www.milliyet.com.tr/demirtas-in-ozerklik-/siyaset/detay/2170750/default.htm

Oysa Kürt Halkı aslında Barış'a karşı, Barış'ın savunduğu örgüte karşı örgüt kuruyorlar, Barış bunu da görmüyor.

http://www.haberler.com/pkk-namluyu-kurtlere-cevirdi-halk-isyan-etti-7663452-haberi/

http://www.ensonhaber.com/kurtler-pkkya-karsi-orgutleniyor-2012-09-03.html

http://www.haberler.com/asiretlerden-pkk-ya-karsi-birlesme-karari-7673687-haberi/

Bu arada, söylemeye bile gerek yok ama Barış kendisini 'Sosyalist' görüyor.  Esasen kendi rahatı yerinde, örneğin özel bir lisede okuduktan sonra vakıf üniversitesinde yıllık okul ücretini peşin ödeyerek okuyor. Hayatında yokluk görmemiş ama görmüş gibi davranıyor, laf aramızda biraz da sergüzeşt Barış.  E tabi ki Emperyalizme karşı, emperyal güçlere de. Ancak ne hikmetse, Barış, yaşadığı ülkenin geleceği konusunda neredeyse fahri ABD dış işleri bakanı.

 İngiliz devlet politikası, Emperyal medya ve hakim sermayenin tamamıyla aynı görüşte. 'Özerklik'. Sonra da ayrılma. Barış, sosyalist ama, hayatını adadığı davası, emperyalistlerin davası. Görmüyor Barış,eski model cep telefonu kullanınca sosyalist oluverdim sanıyor,  ABD'yi o konuda beyaz güvercin yapıyor, liderleri de ABD'nin kucağından inmiyor zaten:

http://www.cnnturk.com/turkiye/selahattin-demirtas-abdye-gidiyor

Barış tüm Türklerin Kürtleri sevmediğini, beraber yaşamak istemediklerini sanıyor, sorunun kaynağını burada görüyor. Ancak herkesin kanı kaynar dediği ülkenin genç kesiminin fikirlerini yazdığı sözlüklerde bile durum açıkça görülüyor, Barış görmüyor, yine kafasını kuma gömüyor.

http://www.uludagsozluk.com/k/pkk-ya-kar%C5%9F%C4%B1-olan-k%C3%BCrtler/

Ayrıca savaşın kaynağını Türkiye Cumhuriyeti Devleti zanneden Barış, 'PKK sizi tükürüğüyle boğar' diyen HDP milletvekillerini alkışlıyor, barış elçisi görüyor.

http://www.milliyet.com.tr/-pkk-sizi-tukuruguyle-bogar-diyen-gundem-2094418/

Barış'ın birde sorgulayan bir insan olmak gibi bir iddiası var. Evet, sevmediği, içeriğini beğenmediği her haberi sorguluyor Barış. Ancak kendi düşüncesine paralel hiç bir haberi sorgulamıyor, altında hiç bir zaman bir şey aramıyor. Sorgulayıcı Barış, biatçı Barış oluveriyor.

Barış'ın en sevdiği haber ajansları, PKK'nın elinde savunma amaçlı çok hafif silahlar olduğunu, bunlara karşılık tank müdahalesinin insafsızlık olduğunu duyuruyor. Aynı akşam Türk askerleri, uçaksavar mermisiyle PKK tarafından vuruluyor. Barış, sadece hafif silahlar var olduğuna inanıyor, hala Doğu'yu gül bahçesine çeviriyor.

Barış, barış istiyor, ertesi gün gidip YDG-H 'ye katılıyor, hendek kazıyor. Bacağından vuruluyor ordu tarafından bunu yaparken. Öfkesi kabarıyor, Faşist ordunun masumlara kurşun sıktığının canlı kanıtı kendisi. Daha çok adıyor kendisini davasına, bir kaç ay sonra bir hücre evinde bomba eğitimi alıyor Barış. canlı bomba arkadaşlarını motive ediyor ve bunu Barış için yapıyor Barış. Canlı bomba eyleminin ne kadar alçakça olduğunu dile getirdiğinden beri bir kaç gün olmuş, IŞİD'i Ankara'daki kanlı eyleminden dolayı kınıyor Barış, Terörist diyor. Aynı anda motive ediyor Barış, intihar bombacısı arkadaşını, bunu daha önce defalarca başarmış, tam 13 kere canlı bomba eylemleriyle ses getirmiş olduklarını söylüyor, ve perdeyi kapatıyor, Barış için savaşıyor Barış. Bombayla, uçaksavar mermileriyle, kalaşnikoflarla...

https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27deki_intihar_sald%C4%B1r%C4%B1lar%C4%B1_listesi#.C4.B0ntihar_sald.C4.B1r.C4.B1lar.C4.B1_listesi











28 Haziran 2015 Pazar

Sadece'belirlenene' tepki vermek, kısıtlı düşünüp,kendini bilinçli addetmek, sınırlayarak zihin kontrolü..

Duyarlılığın şov haline gelmesi, tamamen yok olmasıdır.
Facebook,Twitter'dan başka internet mecrası kullanmayıp, 'bugün internetle her türlü bilgiye ulaşıyorum yaa' demek de, akıl tutulmasıdır.

Öne sunulan şey, yapılmasını beklenen şeydir. Öne sunulanı yapmazsan, dışlanırsın demenin en kibarca ama en küstahça hali, çook  kısıtlı duyarlılığın (ki duyarlılık mı tartışılır) 'yap' emriyle bize çok özgür ortamlar olduğu pompalanmış olan 'sosyal medya' gibi mecralarda emredilmesidir. Şov haline getirilmesidir.

Sadece belli insanların istediği şeylere karşı duyarlı olmamız isteniyor. Evet, herkes engellenemez biçimde dünyanın aslında ne kadar kötü bir yer olduğunun farkında, ne kadar kötüye gittiğinin, ne kadar haksızlık,adaletsizlik barındırdığının.. Bunların engellenebilir bir tarafı yok, her insanın bunlara karşı öfkelenmesi de doğal seleksiyon. Bu noktada verilecek tepki ise, kurulmuş olan bu düzenin salahiyeti için 'kontrol' altına alınmalı, veya en başta nelere tepki verileceği belirlenip insanlar buna göre yönlendirilmelidir.

İnsanların doğal olarak içinde bulunan öfkeyi dışarı atabilmeleri, bu yöndeki benliğini gerçekleştirmeleri kaçınılmazdır. Sistemin muhafazakarları da bunun farkındadırlar. Bu yüzden bu benliğin ne şekilde gerçekleştirileceğini kontrol altında tutmak isterler, veya neye tepki verileceğini, hatta verilmesi gerektiğini bizlere aşılarlar.  Buna ben bilinçsiz bilinç diyorum ki çok geniş bir konudur ayrıca bir yazı konusu, hatta abartmıyorum tez konusudur.

Sadece bilmemiz istenen şeyleri biliyoruz, ulaşmamız istenen kadarına ulaşabiliyoruz. Tepki vermemiz istenen şeylere sadece tepki veriyoruz. Tepki verdiğimizi zannettiğimiz için de asıl olanı görmek için kafamızı kaldırma ihtiyacı hissetmiyoruz. En zeki olanlarımız bile limitli düşünmeye mahkum kalıyor. En çok araştıranlarımız bile sadece çok az şeyi , sunulanı araştırmakla yetiniyor çoğu zaman.

Aslında internet, kurulu düzenin mufazakarları(bundan sonra kdm) için ciddi bir tehlike potansiyeline sahip. Mesela hiç duyulmasını istemedikleri Arakan'da ki Müslüman Türk katliamları, internet yoluyla, hatta kontrol altındaki sosyal medya da bile az çok duyulmuş vaziyette. Arakan katliamı ne mi? Buyurun inceleyin:

1) https://www.youtube.com/watch?v=44Ur3ych3EA

2)http://www.internethaber.com/arakan-katliam-budist-burma-myanmar--447245h.html

Sıkmamak adına iki adet link koyuyorum, detaylı bilgi Google'da dahi mevcut, sosyal medyadan kafasını kaldırıp dünya da GERÇEKTEN neler oluyor acaba diyenler okuyabilir.

Veya yine internet sayesinde, unutulması, yaşanmamış sayılması kabul edilsin diye uğraşılan şeyler asla unutulmaz hale gelebilir. Mesela Bosna Soykırımı gibi. Soykırım deyince aklımıza sadece kdm nin güdümündeki Ermeni Soykırımı lobileri geldiği için, insanlığın modern zamanlarda yaptığı bu soykırımı unutmuş görünüyoruz. Bugün kdm tarafından sürekli gündeme taşınan soykırımların hemen hepsi, dünyanın 1. ve 2. savaşlarına ait olaylar olup, örneğin bizi 1. dereceden ilgilendiren Ermeni Soykırımı iddiasında olduğu gibi, kanıtlar ve belgeler inanılmaz derece yetersiz ve tek taraflı olup, soykırıma uğradığını iddia eden taraf kendisini adeta bir melek olarak addetmekte, soykırım yaptığı söylenen, üstelik 600 yıl kardeşçe çatısı altında yaşanılan devlet ise şeytan ilan edilmektedir.

Bu konuya biraz ilerde tekrar temas edeceğim, Bosna Soykırımı'na dönelim. Bu soykırım için, duyarlı sevgi kelebeklerimizin, hani o söz konusu Kürt sorunu olduğunda ağzından tükürükler saçarak 'özgürlüüük hurraaa' diye konuşan insanların,Ermeni soykırımını peşinen var kabul edip her yıl anma törenlerinde yer alanların, her insanlık dramına eşit mesafede oldukları için bunları yaptıklarını beyan edenlerin, 1993 yılında yapılmış, yani internet dahil uydu teknolojilerinin fazlasıyla kullanılıp haber alma konusunda yepyeni bir çağda olunan bir zaman diliminde gerçekleşmesine rağmen, tek bir emirle önlenebilir olmasına rağmen, bugün inanılan tüm insani değerleri sahiplenen Batı Dünyası 'nın tek bir Dur demesiyle , tek bir sözüyle engellenebilir olmasına rağmen GERÇEKLEŞMİŞ olmasına ses çıkarmaması, aptallık değil de , ikiyüzlülük değil de nedir?

Hatırlamak için de uzağa gitmeye gerek yoki wikide bile bilgi mevcut bu konuda:

1) https://tr.wikipedia.org/wiki/Bosna_Soyk%C4%B1r%C4%B1m%C4%B1

2) https://tr.wikipedia.org/wiki/Srebrenitsa_Katliam%C4%B1

Aynı bağlamdan devam edelim. Akşam haberlerinde sürekli olarak görmekten ezberlediğimiz Işid. Ya hu bu adamlar iğrenç, gerçekten rezalet, insan değiller, insan hayatına kastediyorlar, insanlıktan çıkmışlar evet. Ama bize bunun karşısında 'kahraman' olarak gösterilen, Ayn-el Arab'ı sözüm ona kahramanca, insanlık için savunan PYD(bildiğimiz PKK) sanki insanlığın son umudu gibi gösteriliyor. ABD açık açık her türlü  yazılı-görsel basında PYD desteğini ve bu desteğin 'hayati' olduğunu haykırıyor.     -- Anti parantez, kürtçülerin bir çoğu da emperyalizm karşıtı, nasıl oluyor da ABD'nin bu kadar açıktan desteklediği, yürü ya kulum dediği yapıların fanatiği oluyorlar? Bir sormak lazım.---

Buyurun ABD'nin PYD desteğiyle ilgili en bilinen medyadan bir iki haber:

1) http://www.sabah.com.tr/dunya/2015/06/23/abdden-pydye-tam-destek

2)http://www.milliyet.com.tr/abd-den-kobani-de-savasin-seyrini-gundem-1957139/

Evet bütün bunları gördükten sonra şimdi PYD'nin Işid'den zerre farkı olmadığını da görelim :

Not: Linklerde bazı videolar var, rahatsız olacak olanlar açmasın, zira Işıdin kafa kesme videolarından farkı yok.

1) http://www.islahhaber.net/pyd-den-kamisli-da-turkmen-katliami---video--40776.html

2) http://www.tevhidigundem.com/pyd-kamislida-katliam-yapti-35-olu-2944h.htm

3) PYD= PKK olduğunu ve bugün gerek sosyal medya gerek hakim medya da pkk nın barış güvercini olmasına binaen, yine IŞID denktir PKK/PYD olduğunu görmek adına :

- http://onedio.com/haber/pkk-nin-kanli-saldirilari-391178

- http://www.pkkeylemleri.com/ (oldukça geniş bir site)

Şimdi de kendi iktidarımızın desteklediğini açık açık söylediği, Esad zulmüne karşı adeta tutunacak sağlam bir dal olan Işid'ın kendi bünyesinden ayrıldığı Öso'ya bakalım:

1 ) http://redhacktv.web.tv/video/amerikan-kopegi-oso-katliam-yapiyor__ts30vxdxa2i

2) http://www.islamidavet.com/2013/10/12/osonun-suriyede-alevi-katliami-belgelendi/

İlginç bir şekilde,PYD'nin karşısında çatışan Işid'ın yaptığı her eylem, her vahşet ana haber bültenlerinde verilirken, Öso görmezden geliniyor, pas geçiliyor, çünkü bir kürt devleti kurma gayesi olan kişilere karşı değil Esad'a karşı savaşıyor.

Kafamızı kaldırıp dünya da olan biteni gözden geçirmeye başladıysak, İsrail'e temas etmemek olmaz, hakkını vereyim bizim medya bu konuda batı medyasına nazaran çok daha duyarlı. Batı da bu konuyla ilgili bu şekilde ana haber bülteni izleyemezsiniz. İsrail'in yaptıkları ya misilleme olarak anlatılır, ya da yalnızca askeri hedeflere saldırı olduğu.

1) https://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eucaiyye_Katliam%C4%B1

2) http://www.timeturk.com/tr/2012/05/04/kurulusundan-bugune-israil-in-katliam-tablosu.html

Tüm bunlar bir hatırlatma, çünkü herkesin bildiğini, kulak aşinası olduğu şeylerdi. Ancak, açıkça bu durum gösteriyor ki, bizler yalnızca bizim bilmemiz istenen kadarını biliyoruz, hatırlamamız istenen kadarını hatırlıyoruz. Işid'e haklı olarak düşman olanlar, Öso'ya olmuyor, PKK'ya olmuyor PYD'ye olmuyor. Neden? Çünkü bize bunlar öğretilmiyor. Oysa ki hepsinin yaptığı aynı şey; İNSANLIĞI ÖLDÜRMEK.

Devam edelim, kdm bize sürekli olarak kendisinin çok daha önemli olduğunu kimi zaman bizim direkt olarak doğrudan olduğunu göremeyeceğimiz şekilde doğrudan, bazen de dolaylı olarak benimsetmeye çalışır.

Mesela, Charlie Hebdo saldırısı. Elbette ki kötü bir olaydır, elbette vahşettir, elbette haber değeri vardır. ANCAK, sırf Fransa'da, batı medeniyetinin başkentlerinden birisinde oldu diye, orada kaybedilen canlar, neden dünyanın geri kalanından daha kıymetli kabul edilmektedir? Irak'ta yaşanılan bir canlı bomba vakasında 50 kişinin ölmesi 1 dk yayımlanırken, Hedbo saldırısı neden haftalarca ve haber bültenlerinin yarısını işgal ederek yayımlanmıştır? Hadi birisi münferit olay, diğeri artık her zaman yaşanan olay diyeceğiz, o zaman neden Tayvan'da bir saldırı da 15 kişinin hayatını kaybetmesi de 1 dk yayınlanıyor? Veya Türkiye'de yaşanılan bir  terör saldırısı neticesinde, örneğin belediye otobüsüne yapılan bir saldırı neticesinde ölen insanlar neden batı medyasında bu kadar yer bulmuyor? Doğu toplumlarının hiç birisinin batı medyası nezdinde iş gücü ve pazardan başka anlamı olmadığı için mi?

Bir örnek daha, 2-3 ay önce bir Alman şirketine ait uçak düştü, GermanWings uçağı. En az 2 hafta boyunca haberlerde ilk sırada yer aldı, BBC her gün 2 hafta boyunca en az 4-5 haber yaptı, Türk sayfaları da dahil olmak üzere. Düşen uçakta 160 civarı insan yaşamını yitirdi, Evet büyük olaydır.
AMA,  bir doğu toplumu olan Malezya'ya ait olan , Malezya havayolları uçağı düştü, hatta füzeyle havadan korkunç biçimde düşürüldü, yine aynı firmanın bir uçağı da kayboldu,,sonradan düştüğü anlaşıldı.  Bu iki olayda da, batı medyası Germanwings uçağına ayırdığı zamanın yarısını bu olaylara ayırdı mı? Yarı sayısı kadar haber yaptı mı? Üstelik Malezya uçaklarında kayıp bir seferde 270+ olmasına rağmen?   Günlerce bu haberler ilk sıradan verildi mi?

Verilmedi. Neden? Çünkü batı, kendinden olana kıymet veriyor, çünkü kdm, esas olanın 'onlar' olduğunu bizlere benimsetmeye çalışıyor. Kıymetli insanların dünyanın orasında olduğunu, dünyanın geri kalanının anlam ifade etmediğini düşünüyor ve buna göre davranıyor. Akşam haberlerinde dünyanın her yerinde sadece batı için önemli olan gelişmeler izleniyor, lokal bir kaç hırsızlık/yangın olayı hariç..

Bizler, önümüze sunulan bu kısıtlı şeyleri çok zannediyoruz. Kafamızı sosyal medyadan, çok kısıtlı bilgi erişiminden kaldırmıyoruz. Kaldırmadığımız sürece de esas olarak dert edinmemiz gereken şeyleri dert edinmiyoruz. İçimizde biriken öfkeyi yine bizden istenen, izin verilen şekilde dışa vuruyoruz ama verdiğimiz şey tepki değil, yalnızca söyleneni yapmak oluyor.

Beyinlerimiz yontuluyor, Ermeni Soykırımı deyince akla yalnızca tehcir ve onlara saldıran eşkiyalar geliyor artık. Canlı canlı ateşe verilen Türk köylüler değil, Hınçak-Taşnak'ın vahşice yaptığı katliamlar değil, karnından çocuğu kesilerek alınan anneler , Ermeni çetelerince tecavüze uğrayan küçücük kızlar değil. Organları tek tek kesilen silahsız köylü erkekler değil. Neden? Çünkü kdm bunu istiyor, onun istediği düzen bu,kendisine itaat edecek, boyunduruğuna girecek olanın güçlenmesini istiyor, kendisini topraklarından atandan güç çalmasını istiyor köpeklerinin.

Bizim de önümüze bir şeyler koyuyor, neye tepki verileceğine o karar veriyor. Zihnimizi başka şeylerle meşgul etmeyelim diye tüm konuları önümüze koyuyor. Dünya'nın %70 ine yaşam hakkı tanınmazken, dünya gündemi, dünya nüfusunun %0.08 ini oluşturan bir kısmın elde ettiği cinsel kimliğini yaşayabilmek hakkı  oluyor ve bunu destekleyince insanlar kendilerini duyarlı hissediyor, aydın hissediyor, bilmiş hissediyor. Limitlerin sonu yok.

Bizler, Işid'in ne kadar değişik öldürme şekillerine sahip olduğunu 5 milyonuncu kez izleyip tartışıp lanet okurken Arakan'da olanlar hakkında, Myanmar'da olanlar hakkında, Filistin hakkında düşünmek aklımıza gelmiyor, çünkü onlar hakkında Işid'ın aksine 5 milyon değil belki 2-3 haber ancak yapılıyor ve onlarda unutturuluyor.
Dikkatimizi, öfkemizi, insanlığımızı kendi istediği noktalara çekiyorlar.

Bizleri dünyanın refahının ve tüm imkanlarının %99'unun, dünya nüfusunun %1'inin elinde olmasını konuşacağımız yerde, dünyanın %70'inin temiz su bulamadığı için her gün ölümle yüz yüze olmasını konuşacağımız halde, celebratepride'ı dünyanın en önemli sorunu kabul edip ona göre davranıyoruz.

2.antiparantez, tüm farklılıkların öne sürülüp her kutuplaşmanın her ayrılıkçı düşüncenin destekleneceği zaten 21.yy için kdm tarafından planlanan bir şeydir. LGBT'den tutun feminizme, oradan etnik azınlıkların aşırılıkçı beklentilerinin kabul görmesine kadar verilen batı desteği, yüzyıllardır var olan böl parçala yönet anlayışının uzantısıdır, kdm, bu yüzyılın sonunda 1.100 adet devlet olmasını öngörmekte ve dünyanın daha çok sömürülmesi ve korku imparatorluğunun güçlenmesi için bu ayrılıkçı düşünceleri körüklemektedir.Bu durum ayrı bir yaz konusu olacaktır.

İronik olan, bu düşünceleri sahiplenenlerin, fanatiği olanların kendilerini emperyalizm karşıtı ve insanlık adına çalışan bireyler olarak addetmesidir.

İşte bu bu mevcut durum açıkça ortaya koymaktadır ki, yazının ana fikri olarak belirtmeye çalıştığım gibi, tepkilerimiz, hatta neye tepki vereceğimiz, neyi önemseyip önemsemeyeceğimiz,, neyi konuşacağımız, kime düşman olacağımız, düşmanımızla aynı şeyleri yapmasına rağmen kimi/neyi görmezden geleceğimiz, neyi unutup neyi sürekli gündemde tutacağımız, bizlere resmen pompalanıyor. Bunlara resme bizler adına karar veriliyor, bizler de boyun eğiyoruz, boyun eğmediğimizi zannederek, gurur duyarak.

İnternet tehlikesi sosyal medyayla bertaraf edildi, 140 karakterlik sınırlarla detaylı düşüncenin, geniş ifadelerin önüne set çekilmeye, zaten kısıtlanmış olan analiz yeteneği iyice köreltilmeye başlandı. İnternet'in bilgi verme gücü yine sosyal medyayla bertaraf oldu.

Diğer medya ise, zaten kontrol altında, ve bizi, milyarları kontrol etmekle meşgul, istenileni düşündürmek, istenilene tepki verdirmek, istenen tepkiyi verdirmek, ve istenileni hatırlatıp istenileni unutturmak için.










27 Nisan 2015 Pazartesi

Bilimin ve Hukukun Egosu ile Modernite

Hukuk ve bilim. Ayrı olmadığının herkesinin aslında farkında olduğu ama zihinlerimizce ayrılan iki kavram. Ütopyayı oluşturan şey hukuktur, düzendir, süpersonik icatlar olmadan da ütopyalar kurulabilir. Ama distopyalar kurulamaz. Ancak, bilimin sözde rasyonelliği(neden sözde olduğunu birazdan açıklayacağım) hukuğu şekillendiriyor gibi modern bir anlayış külliyen kaçınılması gereken bir anlayıştır. Çünkü materyalizmle müthiş bir hukuk sistemi kurmak imkansızdır.Bilim ise materyalizme dayanmaktadır. Bu bağlamda ideal düzen, hemen her zaman geçerli olan kurala binaen karma sistemdir. Karma sistemde, rasyonellik,toplumların idealleriyle,dokularıyla, hassasiyetleriyle örülmüş bir biçimde karşımıza çıkmalıdır.
Ancak, bugün bilim asla açıklayamacağı şeyleri açıklamak için uğraşıyor, hipotezlerini aksi asla iddia edilemez doğrularmış gibi hakim medya aracılığıyla zihinlere pompalıyor. Ve tüm dünyanın düzenini de cevabını bulmadığı ve ek olarak bulamayacağı da bir çok konuda sadece teori ve hipotezler üreterek ve bunlara mutlak doğru gözüyle bakıp tüm insanlığa batı çıkış noktasıyla pompalayarak ideal dediği düzeni kurmaya çalışıyor. Sadece rasyonellikle mükemmele varmak imkansızdır, gözetilmesi gereken mutlak bir denge vardır.

Elbette, bu dogmalardan sıyrılması için bilimin ve hukukun önce egolarından sıyrılması gerekmekte.Bugün dünyanın en önde medya kuruluşları deyince aklımıza hangileri geliyor? En basitinden Discovery-Nat Geo-BBC ilk anda dilimizin ucunda.
Bu kanalların ortak özelliği bilim perspektifinden bakıldığı zaman nedir? Cevap açık, hepsi daha teori olmaktan öteye gidememiş ve kanımca gidemeyecek olan Evrim Teorisini mutlak bir doğru olarak önümüze sunmakta. Aksi olamaz, çünkü modern bilim temellerini bu sistem üzerine attı. Çünkü modernite de her şey akılla açıklanabilir olmak zorunda. Aksi iddia edilemez çünkü modern insan insanlığın zirve noktasıdır. Evet, modern insanı(elbette sadece bir kısmını) insanlığın zirvesi olarak görmek bugün modern bilimin içine düştüğü müthiş bir çelişkidir. Her ne kadar kendisi aksini iddia ediyor gibi görünse de modernitenin içinde bulunduğu durum bu egoyu ve çelişkiyi açıkça göz önüne sermektedir. Şöyle ki, madem sürekli gelişeceğiz, madem bilim dogmatik değil, her şey yanlışlanabilir,o zaman neden bütün sistem evrim teorisi üzerine kurulu? Bugün bütün çalışmalar neden evrim teorisi referans alınarak yapılıyor? Bir çoğuda çıkmaza giriyor. Dogmatik olmayan ve sürekli sorgulayan bilim, neden değişmez nokta olarak bin bir eksiğe sahip bir teoriyi baz alıyor?

Hatta durumu daha net ortaya koymak açısından, bilim bugün ego sahibi olmuştur ve dogmatik hale gelmiştir diyorum çünkü, bugün hakim medya ve hakim parasal güç tarafından desteklenen her bilimsel proje EVRİMİ KANITLAMAK ÜZERE FAALİYET GÖSTERİYOR. E hani bilim sürekli kendisini eleştiriyordu? Sürekli kendisini yanlışlayıp ilerlemeyi sağlıyordu? Bu konuda herkesin malumu olduğu üzere göz önündeki tüm çalışmalar bilimin kendi kendini doğrulaması üzerine. Bu apaçık ve müthiş bir çelişki değil midir? Neden hakim medyada evrimi yanlışlamaya daha mükemmel teoriler üretmeye yönelik hiç bir çalışmaya yer verilmiyor? Neden sürekli olarak evrim teorisi ve uzantıları daha teori aşamasında olmalarına rağmen mutlak doğrular olarak önümüze sürülüyor ve daha da kötüsü dogmatik bir şekilde bunların kesin doğru olduğuna iman edilerek doğrulanmaya çalışılıyor. Bu mu modern bilim? Kendi iddiasını doğrulamaya çalışan, bu  yüzden objektiflikten ve sorgulamaktan uzaklaşmış,aciz, sorgulamayı unutmuş ve dogmatikleşmiş bir bilim görüyorum apaçık.

Tüm bu görüşlerin kaynağı, insan aklının algılayabildiği hatta algılayamadığı her şeyi kavramsal/kuramsal açıklayabileceğine olan inançtır. Bu inançta yine yumurta civciv olayı gibi bilimin egosundan ve dogmatikliğinden kaynaklanır. Neden her şey akılla kavranabilir olmak zorunda? Duygular dahi sadece akılla açıklanamıyorken milyonlarca girift kavram nasıl sadece rasyonaliteyle cevap bulacak? Tüm bu sorular neden hakim medya tarafından sorulmuyor. Aksine,hakim medyanın pompaladığı ve çok  temelliymiş gibi sunduğu görüşlere inanan ve savunan kimseler kendisini müthiş zeki sansınlar diye toplumsal mühendislik yapılıyor. Sınırlandırılmış aydınlanma olarak nitelediğim bu hususu da başka bir yazımda detaylı yazacağım.

Bugün yapılan tüm deneylere ve araştırmalara bakalım, Milyarlarca dolar evrim teorisinin doğruluğunu ispatlamak için harcanıyor ve soğuk savaş yıllarından beri somut büyük sonuçlar alınabilmiş değil. Değişik maymun türü keşifleri inanılmaz bilimsel buluşlar gibi müthiş bir medya gücüyle pompalanıyor bazen o kadar. Veyahut, bir devlet kurmaya yetecek bütçeyle oluşturulan CERN deneyinin de en temel amaçlarından birisi yaratılışı rasyonel bir hale getirip açıklamak,yani oradan evrimi doğrulamak.

Sanırsın ki evrim doğrulansa bütün açlık sefalet adaletsizlik son bulacak. Tam tersi arkadaşım, gerçek manada, insan aklına gözleri görmeye başladığından beri çizilen zihin sınırlarını kaldırarak düşündüğümüzde, bilimin kendi egosu için çalışmasını bırakmasını sağladığımızda, rasyonelliği limit olarak görmeyi bıraktığımızda esasen ideal düzene kavuşma umudu doğar.

Her şeyin cevabı olarak gördüğümüz insan aklı milyonlarca yıldır hala adalet nedir, iyi nedir,kötü nedir sorularına dahi cevap verebilmiş değil. Bu kadar basit olguları dahi salt akılla oturtamamışken sadece normlara ve normlarında bilimin dogmalarına dayalı bir düzende nasıl bir ideallik bulabiliriz?

İnsanlık akıldan ibaret değildir, insanlık kendisine yine kendisinin biçtiği sınırlarla kendisini çevirmemelidir. Bugün en sorguladığını zanneden  ve kendini toplumdan farkı görüp buna binaen içten içe üstünlük taslayan adamlarla hayatı boyunca köyünden çıkmamış çobanların arasında zihin olarak fark soğan zarı kadardır. Her ikisi de kendince hayatı sorguladığını zanneder. Çobanın aklını eğer izliyorsa TV'deki ATV-KANAL D-Samanyolu ve köy halkının adetleri yontarken, Cihangir elitinin kafasını BBC-NAT GEO ve tayfası yontmaktadır.  Her ikisi de başkasının istediği şekilde düşünmekte ve konuşmaktadır. Her ikisi de sorgulamayı bırakmıştır, bir farkla,çoban sorgulamayı baştan bırakmıştır, Cihangir eliti ise başlayamadan sorguladığını zannederek.
İşte bu, bilimin ve egosunun kaynağı bu. İnsanın egosu, her şeyi bilirimci tavrı. Netice de bilimi de insanlar yapıyor. Ve bu ego kaynağını oradan alıyor sonra geri iade ediyor.

Hukuka geçelim. Bugün dünya üzerinde mutlak adaleti sağlayabilmiş tek bir devlet tek bir küçücük toprak parçası yoktur. En adil en insanca yaşanılan yerlere kaba taslak değinelim.
Avrupa,bugün tüm zenginliğini ve gelişmesini madenlerini ve enerjilerini tükettiği halklara borçludur. Şirketler yoluyla sömürmek,sömürmeyi legalleştirse de adil yapmaz. Avrupa bu refahını kendisinden başka hiç kimseyle paylaşmamaktadır. Bugün öz avrupalılar en rahat işlerde çalışırken bizim Avrupalı saydığımız Bulgarlar Romenlar hatta Polonyalılar bile en ağır ve en zor işlerde en düşük maaşlarla çalışmaktadırlar. Serbest dolaşım ve mükemmel hukuk sistemi diyorduk değil mi?
Daha kendisi içinde bile adil bir sosyal düzen oluşturamamış ve refahını dünyanın geri kalan %95'lik kısmına borçlu olan bir yapıdan bahsediyoruz. Ve bu %95 lik kısmın havasını suyunu kirlettiği, madenlerini enerjilerini sömürdüğü halde en ufak bir yardım yapmakta bile yıllarca çekinen,sessiz kalan bir yapıdan bahsediyoruz. Normatif olmak, kaynağı bilimden almak bunu gerektirir çünkü.

Bunlar klişe elbette, ancak bu durumun  en temel sebeplerinden bir tanesi ise yazının diğer konusu olan Hukukun egosudur. Bugün legal olarak şahlar piyonları sömürebilmektedir. Bunun kaynağı ise en iyi hukuk olarak gördüğümüz hukuk sistemlerinin buna izin vermesidir. Hukuk kendisini tıpkı bilim gibi gelişmeye kapatmıştır. Hiç bir gelişme yoktur ki büyük şirketlerin tarafında olmasın. Bugün dünya düzeninin şirketler tarafından oluşturulduğu ve yürütüldüğü ve yürütülmesi gerektiği fikri farkında olarak veya olmayarak tüm hukuk sistemlerine yerleşmiştir. İşte bunun altında yatan sebep de hukukun egosudur. Kendini en mükemmel şekilde görmesi, bugünün hukukun en iyisidir şeklinde bilinçaltı görüşüdür.

Bariz bir örnek vereyim, Nürnberg mahkemelerinde, Yahudilere karşı insanlık suçu işleyen askerlerin yargılanması sırasında çok büyük bir hukuksal sorun ortaya çıkmıştı.Bu insanların yaptıkları şeyler, o zamanın kanunlarına göre suç değildi ki! O zaman bu insanlar neye göre yargılanacaklardı? Evet, yargılanmaları vicdan gereği idi ama hukukun yerleşmiş bir suç yoksa ceza da yoktur anlayışı vardı. Yani davranış o dönem de suç değilse ilerde onun yüzünden yargılanamazdınız. Madem insanları sabun yapmak o dönem suç değildi, o zaman bu fiili yapan insanların suçu neydi? İşte bu sorular kapsamında hukukun egosunu inanılmaz şekilde ortaya çıkaran tartışmalar başladı. Bir görüş uygulanması gereken hukuk bugün uyguladığımız hukuktur, çünkü en iyi hukuka ulaşmış durumdayız anlamında bir savunma yaptı. Yani, dünya tarihinin bugün bile en iyi hukuk sistemlerinden kabul edilen bir sistem, bu görüş doğrultusunda kendisine dedi ki hukuk artık gelişemez, bugün ki değer yargılarına göre cezalarını verelim ve adalet yerini bulsun.

Bu nasıl bir egodur? Bu nasıl bir dogmatikliktir? Açık açık artık daha fazla gelişemeyeceği için bugünün kurallarını uygulayalım deniyor ve kendini tüm gelişmelere kapatıyor bu sistem. Bu nasıl bir çelişkidir. Aynı durum, diktatörlük döneminde de olduğu için değil midir ki o askerler insanları sabun yapabildi. Yani en iyi sistemin mevcut sistem olduğuna inançtan ötürü askerler insanları katletme yetkisiyle donatılmadı mı? Diyelim o günün sistemiyle ceza verdiniz ve idam kararı çıktı askerler hakkında, çok değil 30 yıl sonra yani bir insan ömrünün yarısı kadar bile olmayan bir zaman diliminde tüm yargılar değişti,idam cezası artık neredeyse tarihe karıştı. Ee? Ne oldu, hani mevcut sistem en iyi sistemdi? Bugün hepimiz hapis cezasının tek cezalandırma türü olduğu hissiyatındayız. Belki daha iyisi var? Daha adaletlisi var? Ama biz daha rasyonel aklımızla iyinin ve adaletin ne olduğu sorusunun cevabını bulamamıştık daha değil mi?

Bugün tüm dünyaya Avrupa merkezli aşılanmaya çalışılan hukuk sisteminin acizliği ve adaletsizliği, dünyadaki tüm kaynakların toplam nüfusunun %18'inin refahı için kullanılmasından da hareketle ortadadır. Bugün dünya aç, bugün dünya da TV'ye yansımayan milyonlarca katliam var. Bugün biz henüz fark etmediğimiz şeyleri kaybettik ve hiç sahip olmadığımız için farkına dahi varmayacağız. Bugün sınırlar var yahu. En basitinden demir çitlerle örülü bir dünya da yaşıyoruz biz.

Demek ki bu olmamış, rasyonel akıl kendi dogmalarıyla başa çıkamadığı için bu kadar ilerleyebilmiş ve bunu müthiş bir medeniyet olarak önümüze sunmuş. Birçokları da kendini zeki sanıp Bati medeniyetini gerçek insan hakkı savunucusu,bilimin ve ilerlemenin rehberi sayıp aşağılık kompleksine kapılmış. Eleştiriyorum sanmış birçokları bu sistemi alkışlayarak.

  Demek ki bu olmamış, dünyanın hali ortada, tek bir kaynak dahi vermeme gerek yok, herkesin malumu. Demek ki rasyonel akıl bu kadar gelişebiliyor.Demek ki modern bilim dogmalara takılarak zaman ve kaynak israfına başlamış ve abartmış. Demek ki en iyi hukuk bu değilmiş. hukukun ve bilimin egosu varmış ve bir çok insanları kandırmış. En tehlikelisi de, önümüze sunulmuyor gibi görünüp aslında sunulan ve sorgulayarak ulaştığımızı sandığımız şeylermiş,zihin aslında hapismiş. Medyaya,günlük hayata hapismiş.

Rasyonalite tek başına bir anlam ifade etmiyor gerçekten,finalde diyalektik düşünceyi de reddediyorum, zıtlıklar birbirini var etmez, denge her şeyi var eder. Rasyonalite ve her türlü maneviyat da dengeli bir biçimde harmanlandığında ancak mükemmeli var eder. Mükemmele ne derece yaklaşılacağı da, yapılacak harmanın oranlarıyla ve somut gerçeklere uyumuyla ortaya çıkar.Her harman, her oran her an aynı sonucu vermez,bu da bir denge işidir.

Elbette bu denge için, ilk iş olarak bilim kendi dogmatikliğinden kurtulmalı,hakim medyanın zihnimize pompaladığı ve mutlak doğruymuş gibi görünen olgular sorgulanmalı ve gerçek ilerleme için hukuk,egosundan ve en temelde sistemin temelinde var ettiği düzenin sahip olduğu hukukun kendi egosundan kurtulması gerekir. Bunun içinde her birey, yontulmuş beynini müthiş bir sanat eseri görmekten geri durmalı, kendi egosuyla dengeli bir biçimde, uygun bir harmanla hesap görmelidir.
























10 Şubat 2015 Salı

'Kağıt üstünde'1982

'Kağıt üstünde' diye bir söz öbeği vardır bilirsiniz. Evdeki hesabın çarşıya uymama durumlarının anlatımından tutunda en çok teorinin pratiğe olan neredeyse ezeli uyumsuzluğuna birebir uyum sağlar bu öbek.
 Hepimizin ağzında sakızdır,kanunlar,işleyiş, uygulanmama sorunları ve benzerleri. Bu yüzden, aslında haklı olarak çok eleştirilen, darbe ürünü olan, dünya konjonktüründe 'baskıcı' kabul edilen 1982 Anayasa'sının bizlere ne vaad ettiğine 'kağıt üstünde' bir bakmak istedim. Madde metinleri ne diyor, nasıl bir düzen, nasıl bir ülke vaad ediyor kısa da olsa ele almakta fayda var. Hele ki Anayasa değişikliğinin ülke gündemine oturmak üzere olduğu şu günlerde, aday metinlerin mevcut metne kıyasla ne denli özgürlükçü ve refahı kollayan şekilde adil hazırlandığını da görebilmek adına...

Koca Anayasayı madde madde ele almayacağım, böylesi hem sıkıcı olur hem de konumuzdan sapmış oluruz. Sadece genel yaşayışla ilgii anayasal güvenceye alınmış durumlardan bahsedeceğim.
n
İlk 4 madde zaten malum, devletin şekli başkenti gibi hususlar anlatılıyor. Ardından gelen madde ise tabiri caizse dananın kuyruğunun koptuğu yerlerden bir tanesi;
V. Devletin temel amaç ve görevleri
MADDE 5.– Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.

Sosyal hukuk devleti, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi, refahı korumak,thöleri korumak... En başta sosyal hukuk devleti dediğimiz zaman, kişilerin sosyal güvenceye sahip olduğu, sosyal tesisler ve kurumlar vasıtasıyla günlük hayatın devletçe birey lehine refaha yönelik geliştirildiği, hukuk bağlamında gerçekten eşitlik ve hakkaniyet prensiplerinin hakim olduğu bir düzenden bahsetmek gerekir.  
Yani, evinde evcil hayvan besleyenlere dahi aylık ödenek verilen,ücretsiz spor alanları,kütüphaneler ve bilimum tesisin halk yararına inşa edildiği bir devletten bahsetmek gerekir bugünkü medeniyet düzeyinde. Amacım Türkiye'de böyle değil deyip örnekler sıralamak değil, onun değerlendirmesi size kalmış,ben sadece olması gerekeni anlatmaya çalışıyorum, bugün gerçekten baskıcı kabul edilen bir anayasanın bile aslında nasıl bir toplum düzeni vaad ettiğini açıklamaya çalışıyorum. 
Hele ki hukuk devleti demek, yasama ve yürütmeden tamamen bağımsız bir yargıyı içinde barındıran devlet demektir. 'Kendi yaptığın yasaya uy' şeklinde çevrilen Fransızların ünlü ilkesinin açıklamasıdır bir anlamda. Üstünler hukuku değildir, herkese hukuktur. Hırsızlık,her daim hırsızlıktır mesela,adı yolsuzluğa evrilmez. Ya da yüksek yargı siyasilerin satranç tahtasına dönmez,bağımsızığını korur ve hukukçular tarafından idare olunur. İşte mevcut anayasanın güvenceye aldığı hukuk devleti olma ilkesi,bunu da gerektirir. 
Bu bağlamda en basitinden 10.madde açıklayıcı olacaktır, uygulama bir yana,en üstün kanun olan anayasa da bile eşitlik ilkesi şu şekilde güvenceye alınmıştır: 
X. Kanun önünde eşitlik
MADDE 10.– Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

Bunları anlatıyoruz, bir cümleyle anayasanın aslında ne olduğuna da değinelim. Ne işe yarar anayasa,niye vardır,diğer kanunlarla ilgisi nedir? Bu soruların cevabı basittir,anayasa,diğer tüm kanunlardan üstün olan,tüm kanunların kendisiyle uyum içinde olmak zorunda olduğu,devletin temel işleyişini ve özelliklerini gösteren en üstün yasadır. 11.madde de bu tanımı destekler niteliktedir:  
XI. Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü
MADDE 11.– Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.

Peki,sosyal hukuk devleti olmanın yanında, temel hak ve özgürlüklerin de devlet tarafından korunması gerektiğine anayasa metninde yer verildiğini gördük, akla tek bir soru geliyor muhtemelen,nedir bu thöler?
Basitçe sayma yoluna gidilirse, kişinin maddi-manevi varlığı,kişi dokunulmazlığı,din ve vicdan hürriyeti,kişi hürriyeti,zorla çalıştırma yasağı,özel hayatın gizliliği (burada bu parantezi açtım çünkü güvenlik maksadıyla her sokağa takılan mobeselerin bile bu hükme aykırı olduğu sayfalarca tartışılmıştır,uzaya fırlatılan uydular gibi ilk aşamada bu hükme aykırı olduğu akla gelmeyen durumlar ise güncel tartışma konuları olup dünya genelinde özellikle yargı ve akademik çevrelerde popüler tartışmalardır.) Konut dokunulmazlığı,yerleşme ve seyahat hürriyeti(özellikle devletin egemenlik alanının dahi kısıtlandığı bugünlerde bu hükme de yeterince uygulama alanı kalmadığı bazı bölgeler açısından özellikle tartışılmaktadır.) Düşünceyi açıklama ve YAYMA hürriyeti. Bunun üzerinde biraz durmak istiyorum. Anayasa, sadece düşünceyi açıklamaktan değil,yaymaktan da bahsediyor. Yani istediği kadar güncel herhangi bir hükumetin veya hakim olan genel kanının ne kadar dışında olursa olsun bir düşünce yayılabilir. Bu anayasal olarak güvence altındadır. Zaten anayasanın devamında,basım ve yayım hürriyeti de bu hükme paralel niteliktedir. Kimse düşüncelerini yaydı diye mimlenemez. Bunun sınırı da yine anayasaca belirlenen genel ahlak ve ülkenin bütünlüğü gibi hususlardır.
Bir diğer hürriyet ise bilim ve sanat hürriyeti.  
IX. Bilim ve sanat hürriyeti
MADDE 27.– Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir.
Bu madde çerçevesinde, devletin ilk başta açıklanan temel amaç ve görevleri doğrultusunda da düşünüldüğünde,devletin bu hürriyeti gerçekleştirmek için gerçekçi bütçeler oluşturması ve altyapıyı kurması aslında anayasal bir ödevidir. Bu alt yapı sadece belli alanlara kanalize edilmemeli, bilim ve sanatın her alanı, anayasanın lafzından çıkan basit bir yorumla,ayrım gözetmeksizin desteklenmelidir. 

Veya, toplumun okumayan kesimine medyaca dayatılan her toplantı ve gösterinin ülkeyi bölmeye yönelik ve devlete ters olduğu algısına karşı da anayasada güvence vardır. Şöyle ki;
 B. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı
MADDE 34.– (Değişik: 3.10.2001-4709/13 md.) Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.
Yani, normal şartlarda,hiç bir izne tabi olmadan,bir anayasal hak olarak toplantı ve gösteri yürüyüşüne, sade vatandaşlar olarak sahip bulunmaktayız. 

A. Hak arama hürriyeti
MADDE 36.– (Değişik: 3.10.2001-4709/14 md.) Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.
Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.

- Bu madde kapsamında, mahkemelerin önceden aldığı harç giderlerinin durumu epeyce tartışmalıdır. Avans ödenmesi durumu, bir çok kişiyi hak arama hürriyetinden mahrum etmekte diyemesekte,caydırmaktadır. Gider avansı olarak mahkemelere peşinen yatırılan giderlerin bu hükme uygun olarak düzenlenmesi uygun olacaktır. Dikkat çekmek istediğim nokta şudur ki,aslında tamamen kanıksadığımız bir durum olan mahkeme açarken peşin avans ödemek bile, düşünüldüğü zaman anayasaya aykırı düşmektedir. Anayasanın günlük hayata pozitif etkilerinin bu kadar kısıtlı olması da,zannediyorum okumama ve düşünmeme alışkanlığından gelen normal bir durumdur.

Başka bir hak olan eğitim hakkı çerçevesinde,anayasada şu fıkra bulunmaktadır:
'İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve Devlet okullarında parasızdır.' - Sadece bu fıkra kapsamında düşünüldüğünde bile, bırakın sadece kitapların bedava verilmesini,kırtasiye giderlerinin dahi devletçe karşılanması gerekmez mi? 2015 yılında dahi maddi imkansızlıklardan dolayı okuyamayan çocukları düşününce,devletin anayasanın yüklediği bu ödevi ne denli gerçekleştirdiği ortadadır. Yani zaten,devlet anayasa gereği kitapları ve bugün vermediği bir çok parasal yardımı yapmak zorundadır.Hatta eğitim kelimesinin anlamı öğretimden çok daha farklı olup, sadece ders kitabı ve test malzemelerini değil, bireyin birey olarak yetişmesi içi gereken tüm bileşenleri içermektedir. Okuma kitaplar,okul gezileri,kültür turları gibi gelişmiş ülke çocuklarına zaten ücretsiz sunulan imkanlar gibi örneğin.  Ek olarak yine anayasa 'Devlet, maddî imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar. Devlet, durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alır.' demektedir.

Toplu iş sözleşmesi,grev ve lokavt gibi haklarda anayasal güvenceye alınmıştır. 
Bir diğer madde ; 
VIII. Sağlık, çevre ve konut
A. Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması
MADDE 56.– Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.
Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.
Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.
Maddeden anlaşıldığı üzere, temiz bir çevrede insanca yaşamak,anayasal hakkımızdır. Bu bağlamda,çöplerin toplanması,genel temizliğin sağlanması,park ve bahçelerin yapılıp bakımının yapılması gibi önümüze her daim minnet beklentisi içinde sunulan şeyler,aslında zaten en temelde devlete anayasaca yüklenmiş bir ödevden başkası değildir.  4. Bölüm olan siyasi hak ve ödevlere girmeden, refah ve insanca yaşam ile ilgili son bir  iki maddeyi de olduğu gibi kopyalayıp yazıyı bitiriyorum,bu maddelerde yıllarca lütuf gibi önümüze sunulan şeylerin aslında anayasal bir zorunluluk ve bireyler içinse anayasal bir haktan başka bir şey olmadığını gözler önüne seren hükümler bulunmaktadır,bu son bir iki örnek şu şekildedir: 
B. Sporun geliştirilmesi
MADDE 59.– Devlet, her yaştaki Türk vatandaşlarının beden ve ruh sağlığını geliştirecek tedbirleri alır, sporun kitlelere yayılmasını teşvik eder.
Devlet başarılı sporcuyu korur.

X. Sosyal güvenlik hakları
A. Sosyal güvenlik hakkı
MADDE 60.– Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir.
Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.
B. Sosyal güvenlik bakımından özel olarak korunması gerekenler
MADDE 61.– Devlet, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleriyle, malûl ve gazileri korur ve toplumda kendilerine yaraşır bir hayat seviyesi sağlar.
Devlet, sakatların korunmalarını ve toplum hayatına intibaklarını sağlayıcı tedbirleri alır.
Yaşlılar, Devletçe korunur. Yaşlılara Devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve kolaylıklar kanunla düzenlenir.
Devlet, korunmaya muhtaç çocukların topluma kazandırılması için her türlü tedbiri alır.
Bu amaçlarla gerekli teşkilat ve tesisleri kurar veya kurdurur.

C. Yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşları
MADDE 62.– Devlet, yabancı ülkelerde çalışan Türk vatandaşlarının aile birliğinin, çocuklarının eğitiminin, kültürel ihtiyaçlarının ve sosyal güvenliklerinin sağlanması, anavatanla bağlarının korunması ve yurda dönüşlerinde yardımcı olunması için gereken tedbirleri alır.

XI. Tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması
MADDE 63.– Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır.
Bu varlıklar ve değerlerden özel mülkiyet konusu olanlara getirilecek sınırlamalar ve bu nedenle hak sahiplerine yapılacak yardımlar ve tanınacak muafiyetler kanunla düzenlenir.

XII. Sanatın ve sanatçının korunması
MADDE 64.– Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır.

















14 Kasım 2014 Cuma

Duygumsal Sorgulamacıklar

Ufak bir sınav dönemi atlattım bugün. Sevindim bitti diye. Sonra durdum ve düşündüm, diğerine 1 ay var , zaten yapacak bir çok işim var ne diye rahatlıyosun? Ne diye rahatlamıştım?
  Belki hayatın yüklediği toplam ağırlıktan bir kısmının üzerimden eksilmesiyle rahatlamıştım, ama aslında rahatlamamıştım.  Belki herkes rahatladığı için rahatlamıştım, belki öyle yapmamın gerektiğini düşünmem gerektiğini düşündükleri ve düşündürdükleri için rahatlamıştım. Ama rahatlamamıştım. 

Bütüncül bakmak gerek demek  ki . Sınav gelir sınav biter, bir sonraki gelir, bir sonraki gider, başka sınavlar gelir, öteki taraf için olanı hep burdadır vs. vs. .. Demek ki hayat bu , böyle bir şey. 

Adetim olmamasına rağmen Zeki Müren şarkısı açık arka planda, 'bulamazsın, bulamazsııınn benim gibi seveni ' demekte kendisi.  O da geçip gitmişti bu bütüncül bakılan resimden. Aynı benim gibi, bizim gibi bitmeyeceğini sanmadığını bilinç olarak dışarı çıkartıp, içten içe bitmeyeceğini umarak, sonsuz olduğunu varsayarak, ancak onun haricinde loş ışıktan az ışığın olduğu ortamlarda yalnız ve yatıyorken aklımıza üşüşen ölüm düşüncesine engel olamayarak, yaşayıp var olmak, olmamak. 

İçten içe herkes farklı değil mi ? Ergenlik yıllarına özgü bir şey değil bu. Ekonomi sınıfında aynı anda bir uçakta seyahat eden 650 kişide o uçakta geçici olarak o sınıfta olduğunu, kendisinin aslında 'Business' sınıfına ait olduğunu , ilerde asla ekonomiden bilet alması gerekmeyeceğini, bu 'geçici' durumun bir an önce biteceğini düşünen o 650 yolcunun 650' si de bu düşüncenin kendine has olduğunu da düşünmekte. 

İnsanlarla aynı olmadığımızı düşündüğümüz müddetçe aynıyız. Ama aynılıktanda farklı olduğumuzu bilmedikçe kurtulamayız. 

Nedir farklı olmak?  Gereksinim duymakla olunan bir şey midir? Olunan bir şey midir? Olan bir şey midir? Mc'Donalds'mıdır? Steve Jobs mudur? Yoksa fiyat performans ürünü Vestel almak mıdır? 

Farklı olmak , farklı olunabilme sınırları içersinde debelenmek midir? Yoksa 'şuna göre şundan farklı'olmak mıdır sadece? İlla aynının olmaması mıdır? 

Yoksa zaten doğal olan mıdır? 

İhtiyaç nedir? Maslow üçgeni midir sadece? Yoksa esas ihtiyaçlar sinapsislerde mi başlamaktadır? Materyalistseniz kimyanızda, değilseniz ruhunuzda yaşadığınız bir şey midir aşk? 

Niye unutulmak istemeyiz? Madem ölüme inanıyoruz, ölünce inancınız varsa ahiret hayatında olacağız ve bu dünyada unutulup unutulmamayı düşünemeyecek kadar meşgul olacağız o zaman nedir bu var olagelebilme telaşı? Hele ki materyalistsek, yok olup tözüne döndükten sonra senin arkandan kim konuşmuş kime ne? Sen yoksun ki artık.  Salak mıyız yoksa biraz, insanlık olarak? 
Yoksa içten içe inandığımız , daha doğrusu Süleymanın başaramadığını başarabilme arzumuzun körüklediği bir beklenti mi bu? 

Her zaman faal durumda olan pragma eğilimimiz nerede bu durumda? Kapital dünyanın işleyişine bakarsak herkesin zaten ana karnına düştüğü anda sahip olduğu bu pragma, mevzu kendini gerçekleştirme durumuna gelince , ortaya bir şey koyma eğilimi ortaya çıkınca,aptal moduna mı giriyor yoksa? Yoksa ise, aslında sonsuz olabilme, bilinme isteği , meşhur üçgenin ilk basamağını mı oluşturuyor? Yoksa temel ihtiyaçların temeli sadece egosal doyumluklar mı? 
Eğer öyleyse, ki evet öyle, o zaman para kazanma isteğimiz hedonizmden değil de egoizmden mi geliyor? Zevk almak için değil de , farkımızı ortaya koymak mı bizi motive ediyor? Hatırlanmak, iz bırakmak, damga vurmak adına mı çıkarıyoruz vardiyamızı? Hedonizm olsaydı, daha masumdu , mantıklıydı en azından. 

Canavarlaşmışçasına canavarlaştığını inkar eden insanların ülkesinde, yapılan haksızlık dile getirildiğinde 'sizinkilerde bunu yaptı ama' cevabının verildiği körler sağırlar diyarında, sanki bu cevap yapılanı doğru kılıyormuşçasına,  pragmalarımızla, prangalarımızla, sağlıcakla.. 










15 Ekim 2014 Çarşamba

Denge konusunda(1) - Çalışmak ve köleleşmek hakkında

Her gün 15 saat çalışmak ?  Bedeninizi emek kölesi haline getirmek veyahut sevmediğiniz işlerde çalışmak, sevmediğiniz size ait olmayan günleri yaşamak , tanıdık ve aynı zamanda distopik değil mi?

Bugün sistem para üzerine kurulu, salt emeğinizi, bilginizi veya fikrinizi satıyorsunuz, karşılığında dönen çarklardan pay almaya başlıyorsunuz. Başka türlü 'geçinmenizin' yolu yok. tüm bu eylemler emek vasıtasıyla gerçekleşiyor ve hayatınızdan belli bölümleri tüketiyor. 
Örneğin, bir çok kişinin imrenerek baktığı memurların iş saatine baktığımızda 8-5 lik yani yaklaşık 9 saatlik bir çizelge görürüz.  Elbette bu insanlara imrenerek bakanlar olduğu kadar, 'köle' olarak nitelendirenler de mevcut. Sistem kölesi, sıradan basit insanlar , esirler gibi nitelemeler yakıştırılabiliyor.

Değindiğim üzere, bugün aç kalmamak için zamanımızı ve emeğimizi kiralamak veya kullanmak durumundayız hepimiz. Bu durumun istisnası yok. Elbette hayatında yokluk görmemiş, paranın otomatik olarak bankamatik kartlara yüklenmesine alışmış insanlara bu durumu anlatmak görece zor olsa da bu gerçekliğin herkes tarafından bilindiği kesin. Bu bağlamda ilk olarak, çalışmak zorunda mıyız?  Evet. Peki çalışmak demek, köle olmak demek midir?  Köle olup olmamanın ölçütü nedir?

Kişinin elinde olan bazı seçimler vardır.İsmi,cinsiyeti, göz rengi veya zekasını kendisi belirleyemese de , genellikle herkes eğitimini, mesleğini belirleyebilir. Bazısı için bu daha zor olsa da imkanlıdır.
Fırsat eşitliği diye bir kavramı unutmuş vaziyette olsak dahi, biraz daha fazla çabalamayla eğitim ve meslek gibi hayatımıza yön verecek şeyleri kendimiz seçip oluşturabiliriz.
Evet, elbette bazısı özel ders alamayıp günde 1 saat yerine 2 saat ders çalışmak zorunda kalacak,elbette bazılarımız üniversite yıllarında part-time çalışmak zorunda kalacak ama hayat zaten böyle bir şey. Daha en başta adıını bile kendin seçemediğin bir yere merhaba diyorsun ve herkes için aynı şartları bekliyorsun. Bu durumun bugün ki sistemle de alakası yok, insanlığın ilk çağlarından beri süregelen bu eşitsizlik , hayatın bir parçası, hayat denilen olgunun süregelme biçimi zaten. Ammavelakin, bizler 'modern'çağ insanları olarak altın tepsilerde olmasa da önümüze sunulan fırsatları gerektiği kadar değerlendirirsek, var olan bu eşitsizliğin üstesinden gelmemiz işten bile değil.
Evet, lise yıllarında 1 saat daha fazla ders çalıştın diyelim. Ne fark eder? Bunun sana kaybettireceği şey nedir? Ortalama tv izleme süresinin kişi başı 4 -5 saati geçtiği bir ülkede kimsenin ben 1 saat daha fazla ders çalışmak zorunda kalıyorum bu mu adalet demeye hakkı yoktur bence. Meslek kısmına öğrenci yazıyorsan, adaletsizlikten şikayetçiysen ve  güzel yaşamak istiyorsan,çalışacaksın arkadaşım. Adaletsizliğin kaynağı olarak gösterdiğin varlıklı insanların anne-babası , senin anne babandan daha çok çalıştığı veya daha çok risk aldığı için bugün sen sana göre adaletsiz bir konumdasın çünkü. Yani büyük resimde, bu bağlamda adaletsiz bir durum yok kanımca,kimse günde 1 saat fazlaca çalıştı diye sistem kölesi olmuş olmuyor.

Adalet kısmını geçtikten sonra, bugün hemen herkes üniversite okuyabiliyor. Üniversiteler zaten yapıları gereği insanlara fırsatlar sunmakla beraber, gerek bazı devlet kurumları,gerekse esnetilebilen ders saatlerinden mütevellit part-time iş olanağı sayesinde üniversite okumak kişinin kendi elinde kalıyor. Burada geniş bir parantez açmak gerekirse, insanlığın ilk varoluş zamanlarında bile insanlar çalışmak zorundaydı. 24 saatlik bir günün belki yarısından fazlası avcılık ve toplayacılıkla geçiyordu. Kalan süre ise uyumak ve çoğalmak için. İlerleyen dönemlerde de hayatın merkezinde daima iş olmuştur. Roma döneminde yargıçlar günün hangi saatinde olursa olsun önlerine gelen işi çözmek zorundaydı. Senato sorumluluğu gereği  hem kendi üyelerine hem topluma geniş çalışma saatleri yüklüyordu. Mısır döneminde insanlar ortalama 17 saat çalışmak zorundaydı. Hatta biraz düşündüğümüz zaman, o zaman tüccarların yılın büyük bir bölümünü yollarda kervanlarla geçirdiğini hatırlarız. TÜM bunlardan hareketle, çalışmak zaten ilk andan beri bir zorunluluktu. Sonradan ortaya çıkan ve bugün kapitalist sistemin bize dayattığı bir şey değil. Öyle ki komünist sistemde işçiler her gün karın tokluğuna hiç bir ilerleme ve hayat standardında iyileşme motivasyonu olmadan saatlerce çalışıyordu. Yani çalışmak, hayatın zaten kendiliğinde barındırdığı bir şey. Dayatılan ve kölelik olarak düşünülen bir şey değil. Elbette 'DENGE' koşuluyla.
Yani, üniversite döneminde olsa bile, daha iyi bir gelecek motivasyonu ile günde birkaç saat çalışmak kimseyi yine köle yapmaaz. Kölelik, başkasının isteklerini koşulsuz şartsız yerine getirme, irade sahibi dahi olamama durumudur ki, denge unsuru işin içine girdiğinde, insanın aslında parasız kaldığında sistem kölesi olduğunu ortaya koyabiliriz.

Bu bağlamda , esas konumuz olan denge konusuna dönecek olursak, en başta elbette terazinin temel şartı sevdiğin işi yapmak. Bunun yolu da bunun eğitimini almaktan geçer. İnsanın kendisini özgürleştirmesinin en birinci koşulu sevmediği bir işi yapmamasıdır. Sevmediğin bir işte 1 saat dahi çalışacak olmak insanı kısıtlar, gününün kötü geçmesine neden olur . Eğitim konusundaki düşüncelere paralel olarak sevdiğin işte çalışmanın özgürleştirme konusunda ki yapılabilecek en önemli şey olduğuna bir daha vurgu yapıp konuyu detaylandırmak istiyorum.

Evet sevdiğimiz işte çalışıyoruz peki ya ne kadar çalışıyoruz? İnsan doğası gereği dinlenmek, film izlemek, gezmek ,uyumak, kısacası kendisine zaman ayırmak ister. Hatta bunun için çalışıyorum diyenler bile vardır. Kaliteli bir yaşam demek, sevdiğin işi yapıp kendine de zaman ayırabilmek demektir. Aksi takdirde eğer bir haftasonu kaçamağı yapacak vaktiniz dahi olmuyorsa köleleşiyorsunuz demektir belkide. Vakit, kıymettir. İçinde bulunduğumuz şu çağda bana en insancıl gelen çalışma saati günde maksimum 8 saattir. Mümkünse bu 8 saattin belirli kısmı da gün içine yayılabilir şekilde olabilir. Haftasonu ise yılda birkaç istisna hariç kişiye kalmalıdır. Elbette kişinin sevdiği işe istediği kadar fazla yapma hakkı saklıdır, isterse günde 10 saat çalışsın, isteyerek yaptıktan sonra söze ne hacet? Ancak diğer türlü, sosyal hayata vakit kalması için 8 saat idealdir. Yani günde 12 saat , yol harici çalışmak cumartesi günleri ve istisnai de olsa pazarları da çalışmak köleliktir. Kendine vakit ayıramıyorsan, başka şeyler de isteyip gerçekleştirmeye vakit ve enerji bulamıyorsan sadece sistem için çalışırsın, özgürleşemezsin. Bana göre bu işin dengesi budur.

Burası işin basit kısmı. Peki ya maddiyat?  Çalışmayı sevmiyoruz ve sistem köleliği olarak görüyoruz diyelim. Çalışmadığımız zaman elimize para geçmez doğal olarak. Elimize para geçmezse peki, çok özgür bireyler olarak biz , istediğimiz bir yere gidebilir miyiz? Hayır. Haftasonu kaçamağı yapabilir miyiz? Hayır.  İstediğimiz yemeği yiyebilir miyiz? Hayır.
Hadi bunların bazıları lüks ve ihtiyaç duymayacağız istemeyeceğiz diyelim. Yeteri kadar gelirimiz olmadan kendimizi sisteme köle ederiz, başka da bir şey olmaz. Neden mi? Şöyle ki; toplu taşıma kullanmaktan hazzeden var mı içimizde? Saat 2'de evden çıktınız diyelim, o otobüsün saatini beklemek zorundasınız, otobüs gelince çok büyük ihtimalle ayakta gitmek zorundasınız, yazın klimasız kışın kalorifersiz yolculuk etmek zorundasınız, otobüsün in dediği yerde inmek zorundasınız,kalktığı yere kadar gitmek zorundasınız. Otobüsün bittiği saate kadar eve dönmek zorundasınız. Zorundasınız da zorundasınız yani. Bu şekilde, zamanınızı başkaları planlar, neyi kaça kadar yapabileceğinize başkaları kadar verir, başkaları sizin ne kadar yürümek zorunda olduğunuzu tayin eder vs. vs. .. Ancak gelen fırsatları değerlendirerek (eğitim gibi, ticaret gibi) belli bir çalışmayla hatta belki 8 saatten de az bir çalışmayla bir araba sahip olabilirsiniz. Böylece nerden kaçta dönmek zorunda olduğunuzu İETT 'de bir memur uykulu gözlerle rüyasından dönmüş vaziyette  belirlememiş olur.
Çalışmadım köle olmadım derken tam anlamıyla köleleşiverirsiniz böylece. Her bir şey yapmak istediğinizde eliniz cebinize gider, paranız yoksa bir sigara bile alamazsınız, su dahi içemezsiniz, insanların sizin için belirlediği koşullarda, en az maliyetle yaşamaya çalışırsınız.

Oysa diğer durumda, sevilen işte, insancıl bir zaman diliminde çalışırsanız, canınız ister, gece 2 de kahve içmeye sahile gidersiniz, haftasonu tatiline uçakla Antalya'ya gidersiniz,arabanızla evinizin kapısından hareket edip varacağınız yerin kapısının önünde inersiniz, canınız bir şey yemek ister, fiyatını çok dert etmeden yersiniz. Yani siz sisteme hükmetmeye başlarsınız.
Nihayetinde amaç mutlu olmak değil midir? Sevdiğiniz işte çalışıp istediğiniz şeyleri yapabiliyorken mutlu olmaz mısınız?
Herkesin uygar bir toplumdaki orta sınıf düzeyinde yaşama hakkı vardır. Bu yaşam düzeyi, bu ülkede bile bahsettiğim şartlarda mümkün. Nerde neyi niye yapacağının farkına vardıktan sonra, kölelikten uzak bir yaşam sürmek işten bile değil.

Kazanç dengesi ise bir diğer konu. Ben herkesin orta sınıf bir yaşamı hakettiğini söylerken tüm dengeleri de bunun üzerine kuruyorum. Bugün hemen her gelişmiş ve gelişmekte olan toplumda, severek yapılabilecek orta düzey bir gelir elde edilebilecek meslekler mevcut iyi bir eğitimden geçmek koşulu ile.  Bu orta sınıf yaşamdan fazlasını istemek ise elbette insani bir durumdur ancak burada dengeler bozulabilir.

Daha fazlası için, daha fazlası gerekir. İşte o zaman , riskler artar, saatler artar, kaliteli zamanlar azalır, eşyalara sahip olunmaz,  eşyalara ait olunmaya başlar vs..  Elbette 8 saat çalışıp az eforla Villa'larda oturabileceğiniz fırsatlarda sunabilir hayat ancak bu epey istisnai bir durum olduğundan üzerinde durmuyorum.

Denge dediğimiz şey de zaten insancıl yaşam için tutturulması gereken bir orandan ibaret bence. Çalışmak zorunda mıyız ? Evet. Ama sevdiğimiz işte çalışıp bu vakitleri zevk alınan vakitlere dönüştürebiliriz. Kişisel  arzularımız var mı ? Evet. Ama işimizi  uygun seçip erkenden köşeyi dönme gibi 80'lerin yankee döneminden kalma hırslardan uzak olarak bu arzularımızı da gerçekleştirebiliriz.
Gelir zaten olacaktır. Hiç bir iş saati harcamadan da biraz ek gelir sağlayabileceğiniz döviz,faiz,altın,fonlar gibi imkanlarda mevcut. Orta sınıf bir hayatın sizden istediği gelire istediğiniz işte sahip olamıyorsanız bu fırsatlardan yararlanmak ne güne duruyor? Bu durum da dengenin bir parçası, terazinin bir kefesi tam olmamışsa bir tutam daha eklemek.

Epeyce kişisel gelişim yazıları gibi oldu ancak bu denge mevzusu gerçekten çok önemli bir mevzu.

Hayat adaletsiz deyip köşeye çekilip gökten adalet yağmasını bekleyerekte, çalışma hırsına bürünüp ne istediğini unutarakta denge tutturulmuyor. Akıl ve farkındalık işi olan bu olgu, herkesin kendi hayatının ve kişiliğinin şartlarına göre oluşturması gereken bir harmandan ibaret aslında.








15 Temmuz 2014 Salı

Türkiye'de vergiler. Ne kazanıyoruz, ne ödüyoruz? Neye ne kadar ödüyoruz?

Vergiler... Toplum refahını maksimize etme amacıyla, devlet tarafından hissettirilmeden zorla alınan, çoğu zaman farkında dahi olmadığımız giderlerimizdir.

Özellikle insanların önüne sunulan popülist vergi kalemleri , sanki vergiler bunlarla sınırlı imiş gibi bir hava yaratmakta ve insanların neye ne kadar vergi ödediğini, refahını arttırmak için ne kadar refahından vazgeçtiğini sorgulamasını engellemektedir. Herkes sigaradan, benzinden alınan verginin pahalılığının bilincindedir, ancak kimse suya ve ekmeğe ödediği vergiyi düşünmez mesela, sorgulama gereği duymaz.

Bu yazımda ortalama bir memur maaşına sahip Türk vatandaşının ne kadar vergi ödediğini anlatmaya çalışıp eğrisini doğrusunu tartmaya çalışacağım.  Ardından bir kaç farklı senaryo dahilinde tekrar reel rakamlar üzerinden hesaplamalar yapıp aslında ne kadar ödediğimizi sorgulamaya çalışacağım.

Her vatandaşın ödemekle yükümlü olduğu  en temel vergi  gelir vergisidir. Aylık geliriniz ne kadar olursa olsun gelir vergisi ödemek zorundasınızdır.
Türkiye'de gelir vergisi şu şekilde:

1.000 TL'ye kadar
% 15
27.000 TL'nin 11.000 TL'si için 1.650 TL, fazlası
% 20
60.000 TL'nin 27.000 TL'si için 4.850 TL, (ücret gelirlerinde 97.000 TL'nin
27.000 TL'si için 4.850 TL), fazlası
% 27
60.000 TL'den fazlasının 60.000 TL'si için 13.760 TL, (ücret gelirlerinde
97.000 TL'den fazlasının 97.000 TL'si için 23.750 TL), fazlası
% 35

oranında vergilendirilir.

Kaynak :  http://www.gib.gov.tr/index.php?id=1431


Türkiye'de ortalama bir memur 2.500 lira maaş almaktadır.  Yani yıllık geliri 30.000 lira civarındadır.
Gelir vergisi açısından 30.000 lirayı incelediğimiz zaman bu memur bu paranın vergisini şu şekilde ödemektedir:

11 Bin Tl'lik kısmı 1.650 Tl zaten ödeyecektir. 1.650 Tl ödendi. kalan 19 bin Tl'lik kısmında %20'sini vergi olarak ödemek zorundadır. bu miktarda 3.800 lira etmektedir. Yani bir memur yıllık kazandığı 30.000 Tl'nin 5.450 lirasını sırf gelir vergisi olarak devlete geri ödemektedir.

30.000 lira kazandı, 5.450 lirasını daha eline bile alamadan gelir vergisi olarak devlete ödedi. Geriye kabaca 24.500 lirası kaldı.

Bu memur aylık market alışverişi yaparken, su-ekmek-un gibi temel gıdalara %8 kdv ödeyecek, ve bir kaç gıda hariç  hemen her ürüne %18 ÖTV ödeyecektir.

ÖTV'ye tabi olmayan mallardan (temel gıdalar ve su) her ay 200 liralık alışveriş  yaptığı durumda, bu malların yarısından fazlasına %18- yarısından azına %8 KDV oranı uygulandığından, ortalama %12 den hesapladığımızda, her ay 24 Tl, 12 ay sonunda 288 Tl KDV ödemiş olacaktır.

ÖTV'ye tabi olan şekerleme-gazlı içecekler-bazı meşrubat türleri -temizlik ürünleri ve hazır yiyecek çeşitleri bölümünden de 150 liralık alışveriş yaptığında her ay, önce %18 KDV ödeyecek, ardından vergilenmiş fiyatın üzerinden verginin de vergisini ödeyerek %18 ÖTV ödeyecektir. Yani 150 liranın %39'u vergi olarak ödenecektir.Her ay 60 lira, 12 ayda 720 lira olmak üzere.

Bu memurumuz yıllık ortalama500 liralık giyim alışverişi yapacaktır. Ailedeki fert sayısına bağlı olmak üzere rakam yükselebilir, minimum tutup en iyi senaryoyu ele almayı çalıştığımdan oraya girmiyorum, giyimde KDV oranı %18'dir, Buna ek olarak yine verginin vergisi olmak üzere %18 'de ÖTV eklenir . Yani 500 Tl'nin 200 lirası da vergi olarak devlete geri ödenir.

Gelelim faturalara, elektrik faturasında faturada göründüğü kadarıyla %18 vergi vardır, görünen kısım tüm faturalarda aynı olmakla beraber, devletin dağıtıcı şirketten aldığı kurumlar vergilerini şirketlerin bizlere fiyat olarak yansıtması, şirketlerin devlete ödediği diğer payları da tüketiciye direk olarak yansıtması sonucu ortalama bir faturanın en az yarısı devlete vergi olarak ödenmektedir. Doğalgazın  birim fiyatı 18$ iken tüketiciye 90$ 'dan satılmakta, bununda üzerine %18 vergi alınmaktadır. Ama en iyi senaryoyu ele aldığımız için durumu %50 olarak varsayacağız.
Ancak kafalarda soru işaretleri kalmaması için dağıtım şirketlerinin ödediği vergilerle ilgili olarak çeşitli haberlere buradan bakabilirsiniz :

http://www.bil5.com/e-devlethukuk/il-il-dogalgaz-dagitim-sirketleri.html

http://www.firataksa.com/bpi.asp?cid=2913

Şimdi gelelim fatura hesabımıza, kış dönemi 5 ayda en az 200 liradan 1000 lira doğalgaz faturası ödenir.
500 lira buradan vergi.

Su telefon ve elektrik kalemleri de her ay en iyi ihtimalle toplamda 150lira tutacaktır.1.800 liranın 900 lirası yine vergiye gitti yani.

İnternet ve cep telefonları ise yine ÖİV gibi ek vergilere sahip olduğundan bunlarında toplam vergisi %50 civarında olmaktadır, detayına  girdiğimizde oran %70'lere kadar varmaktadır ancak burada detaya girmeyecek, anlaşılması en kolay olacak biçimde yazmaya çalışacağım, merak edenler şirketlerin vergileri tüketiciye yansıtma konusu ve dolaylı vergiler başlıklı olarak araştırma yapabilirler.
Konuya döndüğümüzde, bu iki gider kalemi aylık en iyi ihtimal 100 liradan 1.200 lira yapar, yarısı vergi 600 lira .

Faturaları da hallettikten sonra herkesin diline pelesenk olmuş iki kaleme gelelim, akaryakıt ve  tütün ürünleri.

Türkiye'de ortalama bir araç sahibi aylık ortalama 200 liralık yakıt almaktadır. Yakıtta zaten Dünya birincisi fiyatlara sahip olmamızdan belli olduğu üzere bu 200 liranın %70'i vergidir. Yani 140 lira her ay vergiye ödenmektedir. Yani memurumuz bir yılda 1.680 lira her yıl akaryakıt vergisi ödemektedir.

Tütün ürünlerininde aynı şekilde %70 oranında vergiye tabi olduğunu düşündüğümüzde,  aylık en iyi ihtimalle 150 liralık tütün ürünü harcamasının  105 lirası vergi olarak karşımıza çıkacaktır. Yani yıllık yaklaşık 1.250 Tl.

Araç sahibi bir kişi, 1.6 motorlu sıradan bir araç ilk 3 yıl 827 Tl vergi ödemekte, 3 yıldan sonra bu miktar 600 lira civarına düşmektedir. Biz 700 lira ortalama alalım, yani her yıl 700 lira MTV olarak ödenmektedir.

Ne ödediğimizi tam olarak irdelemek istediğimden sosyal hayat masraflarını da göz önünde bulunduracağım. Her ay ortalama 150 lira (minimum) sosyal hayat için harcama yapılmaktadır. Eğlence sektörü ÖTV+KDV rejimine muhattap olduğundan vergi oranı yine %40'lara dayanmaktadır. Yani her ay 60 lira sosyal hayat için vergi ödenmekte olup yılda 720  yapmaktadır.

Yılda bir kez tatil yapan bu memurumuz tatili için minimum 500 lira ödese, yine ÖTV+KDV'ye mahkum olduğundan bu miktarın 200 lirası vergi olarak  ödenecektir.

Teknoloji harcamaları günümüzde önemli bir yer tutmakta olup ciddi vergilendirmeye tabidirler.Standart bir cep telefonu en başta 100 liralık maktu vergiye tabiidir. Ardından %18 KDV'lendikten sonra bunun üzerine %25 oranında ÖTV'lenir. Yani 1.000 liralık bir cep telefonun 500 lirası vergi olarak ödenmektedir.

Bugün bir memur yıllık ortalama 750 lira civarında teknoloji harcaması yapmaktadır. Aile ferdi sayısına bağlı olarak  rakam yükselebilir. Yani yıllık 375 lira gibi bir rakam vergi olarak ödenmektedir.

Elbette en son kalem sağlık harcamaları. Ülkemizde ki SGK sistemine bağlı olarak her sigortalı aylık maalesef ortalama (aslında minimum olarak yazıyorum) 350 Tl ödemekte.  Bunun 150 Tl'si sağlık harcamaları için alınıyor.Yani sağlık harcamaları için her ay SGK primi adı altında 150 Tl ödeniyor farketmeksizin.

Aylık 150' Tl'den yıllık 1.800 lira da buraya gidiyor yani.

Şimdi gelelim başlangıçta brüt 2.500 lira alan, yıllık 30.000 lira gelire sahip olan memurumuzun yıl sonunda devlete ne kadar ödediğine ve elinde kalan miktara:

En başta Gelir vergisi ödedi : 5.450 lira,
Kalan: 24.550
Gıda vb. market harcamaları için 1.000 lira
Kalan 23.450
Giyim için 200 lira
Kalan 23.250 lira
Tüm faturalar için  3.000 lira
Kalan 20.250 lira
Yakıt için 1.680 lira
Kalan: 18.570 lira
MTV için 700 lira
Kalan:17.870 lira
Sosyal hayat için 720 lira
Kalan: 17.150 lira
Tatil için 200 lira
Kalan:16.950 lira
Teknoloji giderleri için 375 lira
Kalan: 16.575 lira
Sağlık için 1.800 lira
Kalan: 14.775 lira

30.000 lira ile yola çıktık, bir yıl içinde devlete ödediğimiz parayı minimum varsayımlarla ele aldık ve işte sonuç :

30.000 brüt gelir, elde kalan miktar 14.775 lira ,devlete bir yılda ödenen miktar: 15.225 lira.


Rakam ortada. Şimdi sıradan bir vatandaşım ödediği bu vergiler dolayısı ile;
- Çocuğunu güzel bir okulda okutmak istemesi,
-Kaliteli sağlık hizmeti görmeyi beklemesi,
-Çukursuz ve düzgün yollar istemesi,
-Kaliteli ulaşım istemesi,
-Gıda vb. ürünler için yeterli denetim ve kalite beklemesi,
-İyi bir çevre istemesi (Bu arada bunun çöp vergisi ayrı, ancak hane sahiplerine özgü olduğundan yazmadım)
-Sosyal haklarını talep etmesi
-Temiz bir hava solumak istemesi

Hak değil midir?

Bu durumu irdeledikten sonra kısaca bir de şirket sahibi ortalama bir vatandaşın haline bakalım :

Bu vatandaşın aylık geliri 5.000 Lira, yıllık geliri 60.000 lira olsun,
Gelir vergisi 27 Bin lira için 4.850 Tl, kalan 43 Bin lira için %27 üzerinden hesaplanınca; 11.600 lira, toplam 16.450 gelir vergisi ödeyecektir.

Bu şirket için 2 ortak olduğunu varsayalım, şirketin yıllık geliri 150.000 lira ise, %20 kurumlar vergisi ise 30 Bin tl, yani adam başı 15 Bin Tl kurumlar vergisi ödenecektir.
Ek olarak bu 150 Bin liralık kar paylaşılırken yine %10 bir ek vergi ödenecek, adam başı 7.500 lira vergi ödenmiş olacaktır.

%20'lik oran için kaynak : http://www.vergidegundem.com/99

(Diğer kalemlerde www.gib.gov.tr adresinde mevcut, kontrol edebilirsiniz)

Yani başlangıçta 60.000 lira gelir sahibi olarak ele aldığımız kişinin şirket karları paylaştırılmadan önce aslında 83.500 lira geliri olacaktır. Yukarıda bahsedilen vergiler ödendiğinde 60.000 lirası kalacak ve bu miktar gelir vergisi olarak vergilendirilmeye tabi tutulacaktır.

Diğer kalemler memurun ödeyeceği tutarla aynı kabul edildiğinde, şirketin karları pay edilmeden önce 83.500 lira gelir sahibi bir kişi ;

İlk olarak 23.500 lira şirketin vergisi olarak ödeyecek ve geliri 83.500'den 60.000 Liraya düşecektir.

Bu 60 Bin lira üzerinden , 16.450 lira gelir vergisi ödeyecek ve
Kalan: 43.550 lira olacaktır.

Bu miktar üzerinden memur hakkında yaptığımız hesaplamalar sonucu ulaştığımız rakamı uyguladığımızda gelir vergisi harici ; 9.600 lira ödeyecek ve
Kalan: 33.950 lira olacaktır.

En başta şirket sahibinin net geliri :
83.500 lira
Şirket karından ödediği vergi :
23.500 lira
Kalan 60.000 lira,
Diğer hesaplanan vergiler sonucu ;
Kalan: 33.950 lira.

Yani en nihayetinde bu kişi 83.500 -33.950 = 49..550 lira vergi ödeyecektir.



Bu mükelleflerin hakkı değil midir tertemiz çevre, kaliteli okullar, kaliteli sağlık hizmeti, kendilerine sağlanacak sosyal imkanlar ,temiz ve düzgün ulaşım, sosyal haklar ?

Son olarak yine çok bilinen otomobil vergisine değinip bitireyim.

Ülkeye giirş fiyatı vergisiz olarak 20.000 lira olan basit bir 1.6 motorlu  aracı ele alalım:

Bu araç ilk olarak %40 oranında ÖTV'ye tabi tutulacaktır : 20 Bin Tl'ye %40 eklediğimizde:
Aracın fiyatı 28 Bin Tl'ye çıkmaktadır.

Bunun ardından yine verginin vergisi alınıp bu miktar üzerinden %18 olmak üzere KDV alınacaktır. KDV alındığında aracın fiyatı :
33.500 TL olacaktır, ilk araç alımında ödenen Trafik tescil masrafları da 1.000 lira civarı olup eklendiğinde 34. 500 lira olarak aracın net fiyatı karşımıza çıkmaktadır.

Başlangıçta 20.000 Tl olan bir araç, ülkeye girer girmez uygulanan vergilerle birden 34.500 liraya çıkmaktadır. Bu durumun alım gücünü ne kadar etkilediği ortadadır.

Peki bu durum biraz daha orta halli bir araç almak istediğinizde nasıl olmaktadır? 2.0 Motorlu güzel bir araç almak istediğinizde ise , bu aracın net fiyatı 40.000 lira ise,

Bu sefer motor hacminden dolayı  %80 ÖTV ile, 72 Bin liraya, bu rakam üzerinden %18 KDV ile 86 Bin liraya çıkmaktadır.

Yani bu durumda bir araç kendinize, bir araç devlete almış olup, bir miktar daha devlete bağış yapmış olursunuz.

Lüks bir araç mı istediniz? Motor hacmi 2.0'dan yukarı , ülkeye giriş fiyatı 100.000 olan bir araç düşünün,

Motor hacminden dolayı bu sefer %130 ÖTV ödersiniz, yani araç 230.000 liraya çıkar, %18 KDV'yi de ödediğinizde araç size 275 Bin Tl'ye gelir. Yani bir araç kendinize, neredeyse 2 araç devlete almış olursunuz .  Son iki araçta plaka ve tescil masrafları devede kulak kaldığından göz önüne almadım.

Evet, durum ortada, bu noktadan sonra hangi hizmeti hak ediyoruz, ödediğimizin karşılığını ne kadar alıyoruz bunları düşünmek herkesin kendi tekelinde elbette, ancak ortada fahiş bir vergilendirme sistemi olduğu aşikar, sorgulamak, sorgulatmak ve değiştirmek ise bizim elimizde..