30 Aralık 2013 Pazartesi

2 ucu pislik değnek, yobazlık

Yobaz deyince aklınızda ne canlandı?

Ben göstereyim : şu karikatür de vaaz veren tipinde bir şey :   Neden?  En temelde medyayla dayatılan bu çünkü.

 Ve, müslüman bir çevrede doğup bu çevrede kabul görmek isteyen, çok az bilgiyle çok büyük bir izlenim yaratmak isteyen, dini namaz ibadet ve ticaretten(!) ibaret zanneden maalesef büyük bir kitlenin de böyle var olmasından dolayı bu imaj kafanızda canlandı.

Peki nedir yobazlık? TDK'ya göre, bir görüşü körü körüne savunmak olarak özetlenebilecek olan kavramdır.  Benim sorgulayacağım şey ise , sadece dinci görünen yobazlar mı var? Niçin diğer türden yobazlara aslında yobaz değiller gibi muamele ediliyor?

Bu mesele kanımca bir  imaj meselesi . Zira ilk başta tarif ettiğim adamlarla o kadar özdeşleşmiş ki bir kavram , başka bir yobaz düşünülemiyor. Mesela, takım elbiseli düzgün traşlı, veya diz üstü etek+ gömlekli bir yobaz tahayyül edilmiyor.

Bu insanlardan yobaz yok mu?
Var. Hemde fazlasıyla. Şimdi bir kaç tespitle, hem ilk grubu, hemde ilkinden daha umarsız bulduğum ikinci grubu ifşa etmeye çalışacağım.

- 'Allahını seven 99999 müslüman arıyoruz, İslami paylaşım sayfası, Recep Tayyip Erdoğan'ı seviyoruz ve destekliyoruz' gibi çeşitli facebook sayfalarının paylaştığı her şeyi doğru kabul eden grup. Bu gruba laf atmak çok zordur. Tek argüman , bir vesikalık resim ve altında boykot ediyoruz, Mcdonalds at eti kullanıyor, yeme yedirme, Erdoğan, 6. köprü inşaatına başladı gibi yazılar olmasına rağmen, insanlar bu sayfalarda yazan şeyleri paylaşmakta, daha da kötüsü inanmakta ve daha da kötüsü savunmaktalar. Argümantasyon yok, kanıt yok, sadece bir resim ve yazı.

-Diğer güruh,  Chpliyim diyen buraya, Tek Çare Sarıgül, çok temiz çok dürüst kılıçdaroğlu gibi sayfaların, yine vesikalık bir  Erdoğan resmi, altında Erdoğan'ın kızı, Erdoğan'ın kızı 52 bin Tl maaş alıyor! haberlerini kesin doğru olarak kabul edip, inanıp, hatta iman edip, hiç bir argümantasyon olmadan, kant belge olmadan savunmakta hiç bir yanlışlık görmemekte.
İşte bu da yobazlıktır.

Başka bir durum, bir insan, 48 saat daha direnirsek hükumet düşecekmiş cümlesine nasıl inanır?
 Niye düşüyor ? Nasıl düşüyor?  Zeplin mi bu hukümet?  Üstelik en kızdığım nokta ise, bunu yapanların kendilerini 'okumuş' ilan eden, siyasete hakim, hatta direnmesinin sebenini bu hakimlik olarak gören kimselerin olması.  Nedir yobazlık? Budur yobazlık.

Birisi çıkar gelir, 'Atatürk masonmuş, elini 44 derecelik açıyla cebine sokmuş çünkü' diyor , bunu resimlerle destekleyip, paylaşalım yayalım lütfen diyor.  Evet, inanılmaz güvenilir bir kaynak, gerçekten.

Ama bir diğer acı tarafı bu işin, anti tez üreten, Atatürk mason olamaz, çünkü Japonya'ya cami yaptırdı diyor.
Evet, kinaye değil, gerçek.  Şimdi, ilk adam, desteksiz salladı evet, ikinci adam da aynısını yaptı. Hemde kendisini ilk adamdan übergalaktik seviye de üstün görerek dedi bunu. Bak ,senin bilmediğin neler var demek istedi.

Sorun şu ki, ilk adam, Atatürk'ün mason localarını kapatan tek lider olduğunu bilmezken, ikinci adam Japonya'da ki camiyi yaptıranın Atatürk olmadığını bilmemekteydi.  Hiç bir kantıları yoktu ikisininde, ama vesikalık resimlere , işkembe-i kübradan söylenme bilgi(!)lere inanıp konuşmuşlardı, hatta ölümüne savunmuşlardı, tuz gölü derinliğinde.
İlgili fotoğraf:

Babadan oğula nesil olma meselesi var bir de, içler acısı.  Beyefendi, Ak partili bir çevrede yetişiyor, bilinçaltından mütevellit, çevresinde kabul görmek için o da onu savunuyor hem de hararetle. Yine bilgi noksanlığıyla tabi. Çünkü çevresinde ve tv de konuşulan şey bu, o da bunları kabul ediyor. Çünkü kolay, çünkü kabul görüyor, çünkü mutlu oluyor. Çünkü araştırması zor veya aklına gelmiyor, bu yüzden hiç bir araştırma yapmadan kabul ediyor, AKP'liyim diyor, kefen giyip , daha doğrusu boynuna dolayıp başbakan karşılamaya çıkıyor.  Ve yorumlar atıyor, ben başbakanın yolsuzluk yaptığına gözümle görsem inanmam diye.  Nedir bu adam?  Y.

Bu sefer hanımefendi olsun, Chp deyince aklıma hep baş örtülü ablaları gidin burdaaaan diye kovan cumhuriyetçi(!) teyzeler geldiği için, kadın üzerinden gideyim.  Bu hanımefendi, CHP'ci ve elit takılan bir çevrede doğuyor.  Çevresi CHP'li, izlenen kanallar alınan gazeteler (bkz. cumhuriyet) hep aynı telden çalmakta. Bu hanımefendi, yukarıda beyefendi ile aynı sebepten ötürü CHP fanatiği oluveriyor. İşin en kötü tarafı, zaten elit kesimden hissettiği için, Akp tarafını, halkın genelini yanılıyor olarak gördüğü için, kendisini tamamen her şeyin ayırdına varmış, nirvanaya ulaşmış  birisi olarak hissedip, biraz da elit hissettirdiği için, yine araştırmadan, okumadan, izlemeden, Chp fanatiği oluyor veee sorgulamak aklına gelse de yapmıyor, çünkü saydığım sebeplerden ötürü en akıllı kendisini zannediyor ve yanılabileceğine ihtimal vermiyor. Ayrıca, bu seçiminde , çevresinin etkisini asla kabul etmiyor, kendini farklı addedip, her şeyi kulak arkası ediyor.

Evet, iki resim arasında ki 7 fark?  Yok.

2 tarafın yaptığı da yobazlıktır. 2 tarafta yanlışını asla göremez.

Akplilerin yanında , çok abarttıkları için, uyarıp lafa girdiniz, öyle değil böyle, çünkü deyip uzun cümleler kurdunuz. Hemen CHP'ci ilan edilirsiniz. Çünkü başka bir dünya görüşü yok dünyada, birisi illa ki bişeycidir.

Aynı şeyi CHPlilerin yanında yapıni CHP'yi överlerken eleştirin, sonuç asla farklı olmuyor, hemen Akpli ilan edilip dışlanıyorsunuz. Çünkü aynı dünya görüşü, daha doğrusu göremeyişi burda da hakim.

Hani fark? İlki yobaz da ikincisi tek dişi kalmış canavar mı?

Sonra bu fanatikler, yazının başında bahsettiğim gibi, fanatikliklerine uyan şeyleri, hemen kabullenip savunmaya, karşı tarafın fikrini istediği kadar doğru olsun reddetmeye başlıyorlar. Kutuplaşma başlıyor.

Yobazlığın nedeni, dünya görüşlülüğünün dar olmasıdır. Okumamak, araştırmamak, görmemek, kendini farklı ihtimallere kapatmak, aklı geliştirmemek, aslında tüm bunların neticesinde olan 'ben' duygusunun, benim inandığım, dediğim , doğrudur, olgusunun gelişmesidir.

 Dinci olmak, Chp'ye oy vermek , başbakanı desteklemek falan değildir. eğer argümanlarınız sağlamsa,  yapıtğınız şey yobazlık olmayacaktır.

Son olarak, daha önce yaptığım bir tespitle bitireyim:



Sorun, insanların her duyduğuna inanması değil, işlerine gelen ve düşüncelerine paralel olan her duydukları şeye inanmaları.  






28 Aralık 2013 Cumartesi

EşEşitlik

Gün gelir , devran döner. Gelmez de, dönmez  de , sadece yanılsamalardan ibarettir gelen günler, dönen devranlar. Çarklar hep aynıdır, çomaklarda.

Eşitlik deriz her gün. Ekmek der gibi su der gibi. İnsanlık deriz ardından, umut der gibi, nefes der gibi.

 Yaşamak isteriz sadece, insanca, kısıtlanmadan, kendi zincirlerimiz de boğulmadan, ya da farkına varmadan olanın, bitenin.

Ki Eşitlik, eşler arasındadır sadece. Önce o eşlerin mertebesine ulaşmak gerekir , sonra konuşabilmek .

 Doğarkan eşit doğarmışız inanana, ancak popona atılan şaplak sayısı bile , bağlıdır hastanaye verdiğin paraya.

Kimi azarla doğar, annesi ağlarken , annesini azarlarken ebesi, merhaba der dünyaya, ben geldim. Haberim yok, bu insanlar kimin nesi ?

Kimisini yapmacık bir şefkat doğurur, hadi Z hanım, biraz daha gayret ediniz lütfen, küçük prens gelmek üzere diye. Ama yine habersizdir gelen, eşitliğinden.

Bazen bir ekmek kuyruğunda biter eşitlik, kuyruğun sonunda ki gelir, selam verir,  satıcı saygıyla selamını alır , selam veren de ekmeğini.. Kimse sormaz, neden geldin, neden aldın, neden gittin diye ilk adama.. Belli ki önemli biridir, anlaşılır sıraya girmemesinden, sıradan olmadığı.

Yeri gelir, azar yersin okulunda, fotokopi kitap kabul etmez öğretmenin, yan sıradaki aferin alır ardından, sırf sıfır kilometre kitap getirdiği için ,aferim çocuğum , eğitimin ne önemi var ki zira? Kılıfını getir yeter, aferim çocuğum, okul senden bunu bekler..

Eşitlik oturduğun yerde de gösterir kendini. Anlarsın ne kadar eşit olduğunu, topu getiren, top benim mahalle benim, defol git oynama dediğinde. Oysa sadece faul kullanmak istemişsindir, ama faulu yapan eşit olandır. Ve kazanır eşitlik her zaman.

Aslında herkes eşittir anayasaya göre, o yüzden 'gelişmemiş' belediyeler daha az ödenek alır bütçeden, su bile sağlayamazlar insanlara, en çok nufüs orada olsa bile..

Durakta otobüs beklersin, varoş semtinin otobüsü 30 dakikada bir gelir, tıklım tıklım, şansın varsa yer bulup gidersin. Biraz hallice semtlerin otobüsleri geçiverir 5 dakikada bir, ama düşünmezsin, çünkü eşitsindir, öyle olman gerekir. Olamasanda. Bİlmiyorsan, eşitsindir işte.

Bir hakimin kararında erir eşitlik, sırf kürt olduğun için suçlu olmuşsundur, sırf sakalın olduğu için irticacısındır sen.  Senin yaşaman hatadır o hakime göre, ama ne yapabilir ki adam, idam cezası, kaldırılmış bir kere..

Herkesin eşit olduğunu, ama bazılarının daha eşit olduğunu görürsün her akşam kara kutularda. Karşısına geçip izlediğin kişiler, dayatırlar kendi eşitliklerini sana, ve eşit olmak istersin sende, asıl eşitlerinin haklarını ezerek olsa bile.

Eşit doğarmış insanlar, nefesimiz eşitmiş, şanslıysan , aldığın nefesteki hava kirlenmemiştir katranlı soluklarla, yok , eğer değilsen, anlayamazsın aldığının nefes olduğunu, bir koku çekersin içine, genizin yanar, gözün dolar, ağlamak için değil, yaşamak için alırsın nefesini, başarmaya çalışırsın, yaşamaya çalışırsın terk ederek fakir edebiyatını mahsulü, eşitliği.

Gün gelir, devran da döner elbet ama, eşitler için yanar en parlak ışıklar.  Çomakta çakalındır, çarklarda.

Değiştiğini sanırsın bir gün her şeyin, çok değil , bir kaç nefes sonra anlarsın, gün gelmeyecek, devran da dönmeyecek asla.

Ama sana , sadece sana..

Esas eşitler, binmez otobüslere inip makam araçlarından, dinlemezler seni asla övgülere mazhar olsanda öteden.

Bilmezler nefesin yaşamak için alındığını, sahip olmak hırsı eşitliktir onlar için. Vardır, ve olacaktır onlarda.
 İktidar, araçtır aslında amaç olması gerekirken, elde eden, başarmıştır, ve alır ödülünü, kimden aldığının hiç bir önemi olmadan.

Ve biz, Eşitler, yaşarı eşitler için, daha eşit olabilmeleri, daha eşit yasalar yapmaları için.

Yönetilmek için eşit olarak;
Kutsal sayarız kanunu, hakimlerin ağzında eriyen kutsallıklara  boyun eğmek için.

Başkaldırılmaz asla , yoktur o da töremizde, günahtır zira, karşı gelinmez yüce devlete.






23 Aralık 2013 Pazartesi

Herkesin fikrinin olduğu, zikrinin olmadığı konular. Vol 1 : Benzin ve trafik sorununa farklı bir bakış.

Devlet bir topluluk, hükumet bir aracı, imiş. Belki gelişmekte olan ülke olmamızdan ileri gelen, belki bu kadar gelişebilen ülkeler kategorisine sokulmamıza sebep, belki de tembelliğimizden ses çıkartmadığımız, kahve köşelerinde ve aile meclislerinde dillendirdiğimiz, genelin bildiği, 'çözülebilitesi var aslında' dediği ama asla çözüm üretmediği bazı sorunları derlemek, naçizane görüşlerimle pratik çözümler üretmek ve bu olgusallaşmış konuyu biraz öne çıkartmak istedim. Bu yazımda benzin fiyatları ve trafik sorununu, aynı ana fikir altında başka bir yazımda ise , yine herkesin bildiği ve yuvarlak şekilde konuştuğu diğer konuları ele alacağım.

 İlk olarak, eğer Türkiye'de yaşıyorsanız, vatandaşlığın en temel şartı pahalı benzin fiyatlarını kabullenip yine de her yere tek başına özel araçla gitme durumunda olmaktır. Bugün, 16.12.2013 tarihinde benzinin litre fiyat tamı tamına: 4.89 lira. Yani neredeyse 5 lira. Benzinden alınan vergiler zaten sağır sultanın dahi malumatında olduğundan kısa bir hatırlatma ile geçeyim, bir litre benzinin vergisiz fiyatı 1.70 lira. Yani bir litre benzin almak için ödediğimiz fiyatın , 4.89'un %70'i vergi.  Böyle söyleyince de fahiş olmakla beraber, bir de toplama işleminin değişme özelliğinden faydalanıp oranı bir de vergisiz halden vergili hale getirmek için hesaplayalım: 1.70 Tl, 4.89 tl oluyor, yani tamı tamına 3 katına çıkıyor, bu açıdan bakıldığında bir litre benzinde %70 vergi mi var? Yoksa  %300 vergi mi var?  Israrla %70 denip fahiş olduğunun devlet erkanınca kabul edilmesinin sebebi, insanları bu tarz bir düşünceye meyletmekten alıkoymak değil midir? Yani, evet , devlette çok vergi aldığını kabul ediyor, %70, gerçekten çok, demek ki başka bir bakış açısı yok bu olaya , şeklinde bir kanı uyandırılması ne kadar oluyor değil mi?  İşkembe-i Kübra'dan argüman sunmadığımı kanıtlamak için buyurun benzinden alınan vergilerle alakalı haberler ve benzinin vergisiz rafineri çıkış fiyatı:
vergi oranı ----- ek kaynak

Bu kadarı matematik ve mantık işleminden sonra, çözüm meselesine dönelim, bir çoğunuz büyük ihtimalle bilmiyor ama, devlet, dikkatinizi çekerim, 'YURT İÇİNDE TÜKETİLEMEDİĞİ İÇİN' benzini dış ülkelere 1.70 LİRADAN SATIYOR. Ne kadar ironik değil mi? Ben , Fedai Devletbilir, bugün bir litre benzin almak için pompaya yanaştığımda 4.89 lira ödüyorum,ama Hans beyefendi, benim devletimin 1.70'ten kendisine sattığı benzini kullanıyor. Evet , içler acısı, ama gerçek. Buyurun konuya ilişkin bir kaç kaynak:haber  haber2

Haberlere biraz göz attığınız zaman zaten benim de varmak istediğim noktayı  hemen hemen kestirmişsinizdir. Umarım.  Şimdi, madem ki biz bu benzini tüketemediğimiz için yurt dışına 1.70 gibi komik bir fiyattan satıyoruz, o zaman yurt dışına bu kadar az fiyattan satmak yerine, iç piyasada fiyatı düşürüp, dolayısıyla talebi ve tüketimi arttırıp, yurt dışına sattığmız benzini iç piyasada daha pahalıdan sunarak hem devlet açısından karlılık, hemde vatandaş açısından karlılık yaratamaz mıyız?

Sistem şöyle gelişecek, bugün ki fiyatlar üzerinden %20'lik bir vergi indirimine gidilecek, buna ek olarak benzinden rafineri ve dağıtıcı karı da kısıtlanacak ki daha iyi bir indirime gidilebilsin, yani hedef olarka %22. civarı bir indirim söz konusu olacak, bu fiyatlara nasıl yansıyacak, 4.89 olan fiyat %22 uculazlarsa, 3.85 oluverir.  Eh , benzin 3.85 olunca da son dönemin trendi olan dizel araçlara talep azalır, benzinli araçlar tercih edilir ve böylece yurt dışına 1.70'ten karsız satılan benzin, yurt içinde kar ile satılıp tüketilir, hem vatandaşın işine gelir, hem devletin işine gelir. Ayrıca, başlıca cari açık kaynağımız olan mazot tüketimi de azalacağından cari açık azalır, bu açık azalırsa enflasyon azalır, büyüme artar, kısacası refah düzeyimiz olumlu yönde etkilenir.

Gelgelelim, hiç bir devlet büyüğümüzün bu konuda attığı somut bir adım yok, konuyu dillendirip ses getiren bir medya kurumunun da esamesi okunmuyor. Uydurma cümlelerle konu geçiştirilip gidiyor.

Benzin problemini kağıt üzerinde epeyce hafifletip çözdükten sonra ülkeyi kurtarmanın başka bir kısmına geçebiliriz. Benzinle başladım, yazıyı ilintili bir konu olan trafik meselesini açarak devam ettireyim ve bitireyim.

Büyük şehirlerde, özellikle İstanbulda iseniz, trafik hayatınızdan çalan bir düşmana dönüşüyor.
 Strese giriyorsunuz, yoruluyorsunuz, yıpranıyorsunuz, zaman harcıyorsunuz, daha fazla yakıt ve bundan dolayı daha fazla para harcıyorsunuz, aracınızı daha fazla yıpratıyorsunuz, aracınız yoksa toplu taşıma da çektiğiniz eziyetin süresi artıyor, iş -okul yorgunluğuna ek olarak bir de trafik boyutu ekleniyor işin.
 Bir İstanbul'lu, bugün, ev-iş veya ev- okul arası ortalama 15 km 'den hesap edildiğinde, 1 saat 15 dakika gidiş, 1 saat 15 dakika geliş olmak üzere ortalama 2.30 saatini  trafikte harcıyor.   Her gün 2.30 saat trafikte harcamak demek, hafta sonlarını çıkartırsak, ayda 50 saat, yılda 600 saat, yan, 600/24 = 25 gün, bir yılda tam 25 günümüz trafikte stres altında yıpranarak, daha fazla yaşlanarak geçiyor.

  Trafiğin normal seviyede olduğunu düşümdüğünüz zaman, bu süre yarı yarıya azalır, her gün kendinize ayıracağınız 1 saat fazlanız olmakla beraber, yorulmadığınız için daha kaliteli zaman geçirebilir, trafikte daha fazla yakıt tüketmediğiniz için maddi olarak daha iyi durumda olabilir, stresiniz azaldığı için daha az yıpranabilirsiniz.

Trafik sorununun kendimce önemini açıklamaya çalıştıktan sonra, yolda yürüyen vatandaş olarak gözlemlerime ve önerilerime geçeyim:

Hiç öyle kavşak yapalım, köprü yapalım tarzı mühendisimsi önerilere girmek istemiyorum, günlük hayatında ki sıkıntıları gidermek isteyen herhangi birisi ne düşünürse, onları yazacağım.

En basit mevzu, trafik ışıkları.  Trafik yoğunluğuna bağlı olarak saatler arasında farklı yanma süreleri olan ışıklar kullanılabilir. Örneğin, bir yolun sağ tarafı akşam çok yoğun oluyorsa, akşam saatlerinde orada ki ışık daha fazla yeşil yanabilir.

-  Koskoca Vatan Caddesinde, yanlış saymadıysam 6 ışık var. Ve bunların 3 tanesi yaya ışığı .  Her ışık 20 saniye kadar yayalara yeşil araçlara kırmızı yanıyor.  Yani bir günlük zaman diliminde ışıklaırn aktif olmadığı 6 saati çıkartırsak tam 6 saat yayalara yeşil, araçlara kırmızı yanıyor, yani trafik 6 saat duruyor bir günde. Şimdi, eğer trafiğin yoğun olduğu bu tarz yerlere yayalar için ışık yapılmayıp üst geçit yapılırsa, trafik hiç durmaz. Bir dakikada yaklaşık 50 araç geçiyor bir ışıktan, saatte,3.000 araç, günde tam 18.000 araç eder. Yani 18 bin araçlık bir fark oluşur Vatan Caddesinde. bu örneği her yere uygulamak mümkün. Trafiğin bu kadar keşmekeş haline döndüğü bugünlerde, trafiği katleden ışıklar yerine üst geçit yapılması trafiğin rahatlaması açısından yararlı olacaktır. Hesap ortada.

- Mahalle aralarını tenzih ederek, otobüs duraklarının şerit kapatmasının ne kadar saçma bir durum oldığunu söylemek istiyorum. Şöyle ki , 2 veya 3 şeritli bir yolda ilerliyorsunuz, önünüzde ki otobüs zınk diye duruyor. Ve siz bir yan şeride geçmek için hamle yapıp o şeridi de tıkıyorsunuz. Böylece özellikle yoğun saatlerde trafik daha da çekilmez hal alıyor. Önerim, otobüs duraklarının şeridin içine doğru yolun genişletilmesi suretiyle trafiğin akışını engellemeyecek hale sokulması.
 Mesela şöyle saçma bir durak örnek olabilir:

- Dolmuşların istediği yerde yolcu alıp bırakmaları kesinlikle ağır yaptırıma bağlanmalı. Zira hemen hemen hepsi trafik kasabı gibi davranıp istedikleri yerde duruyorlar, yeşil ışıkta duranlarına her gün rastlamanız olası. Trafik olmayacakken oluveriyor.

-Gişeler. Madem artık gişe trafiği diye bir şey bu kadar bariz, neden kaldırmıyoruz? Ortalama 100 km ile gelen araçlar gişeden geçmek için 50 km 'ye düşürüyorlar hızlarını. Böylece trafik yavaşlıyor ve domino etkisiyle durma noktasına dahi geliyor. Çözüm olarak, yıllık yol kullanım bedeli veya kullandığın kadar öde tarzında bir sistem gelebilir. Bir çok ülke de uygulanıyor. İstanbul gibi dünyanın en kalabalık 2. trafiğinin olduğu , Dünya'da en çok dur-kalk yapılınan yerinde,  gişelerin hala bulunması çok saçma.

-Raylı sistemlerin gelişmesi gerektiği zaten malumunuz. Toplu ulaşıma denizden yaklaşmak istiyorum
Bakırköy'den, Küçükçekmece taraflarından, hatta Eyüp taraflarından, Sütlüce ve Halicin sokulduğu en dip köşeye kadar , bu yerlerden her gün milyonlarca insan Eminönü, Beşiktaş, Kabataş istikametine gidiyor, karşıya geçiyor. Bu yerlerden , sık ve düzenli olarak çalışan Vapur seferleri olsa, trafiğin azalması işten bile olmazdı. Deniz ulaşımı, hem güvenli, hem maliyeti az olan , bir can simidi olabilir. Bunun için etkin kullanılması şart.


Yazım epeyce uzun oldu, bu tarz bir kaç çözüm daha getirilebilir, bunlar uygulaması çok kolay şeyler aslında. Kavşak yapmaktan, bağlantı yolları inşa etmekten, şehirn kuzeyini yerler bir edip yeni bir şehir kurmaktan çok daha kolay çözümlenir.

Ancak bunlar için, devletin devlet olduğunu hatırlaması, hizmetin sadece rant kapısı olan işlerle değil, pratik çözümler sunarakta uygulamaya geçirilebileceğini idrak etmesi gerekir. Metrobüs gibi, Topkap-Habipler metrosu gibi, uydurma projelerle çözüm değil, ancak problem sunulur.






20 Aralık 2013 Cuma

Çelişkiler, kılıflar, itiraflar, hikaye.







FETHİ ’YE…



            Derse 5 dakika vardı. Sigaramın yarısı bile bitmemişken son bi fırt daha çektim ve küllüğe attım. Aslında bitirirdim ama Mustafa hoca 1 dakika bile geç kalsa almıyor kimseyi. Sırf onun dersine yetişebilmek için arabayla çıkıyorum. Hatta bu sabah derse yetişmeye çalışırken emniyet kemeri takmadığım için ceza bile yedim. Ceza da bir depo benzin parası amına koyim. Sanırsın ülkeyi doğu ve batı olmak üzere ikiye ayırıyoruz! Altı üstü bi emniyet kemeri takmadım lan. Hem kaç kişiyi kurtarmış ki anasını satayım kemer şu güne kadar?  (aslında çözüm basit: 

            Sınıfa gidene kadar size kendimi tanıtayım. Ben, Emin Doğru. 3. sınıf gazetecilik öğrencisiyim. Gittiğim üniversiteye girebilmek için 1 yıl açıkta bekleyip ders çalıştım anca o şekilde puanımı yetirebildim ama bu çabalarıma değdi. Kesinlikle Türkiye’deki en iyi bir-iki okul arasına girer.
Zararlı alışkanlığım pek yoktur, günde bir paket sigaram var ama o kadarı hangimizde yok ki zaten.. Ha, zararlı alışkanlık mı dersiniz başka bir şey mi dersiniz bilemem ama biraz da kiloluyumdur üzerinize afiyet. Ne denesem bu kiloyu veremedim. Spor, diyet, ilaç, oruç, akupunktur.. Yok! Hiçbiri fayda etmedi. Amaaan etmezse etmesin. Erkek dediğinde zaten kilo şart. Hastalığa davetiye resmen.

            Sınıfın olduğu kata ulaştım, hoca sınıfa benden daha yakındı. İçime hüseyn bold kaçmışçasına bir çabayla hocayı geçtim ve sınıfa girdim. Gerçi ders mers pek sallamazdım ama bu derste şakaya gelmezdi şimdi, anarşikronizm de bir yere kadar. Hoca içeri girdiğinde beni gösteriyordu. “Sen!” dedi “Sen sen.. Adın ne senin?”. Söyledim adımı hocanın ne diyeceğini merak ederek. “Çıkar mısın dışarı Emin” dedi Mustafa hoca. E peki niye?
“Bakma suratıma öyle aval aval. Lise mi sandın sen burayı? Sınıfa koştura koştura giremezsin. Dışarı!”
Çıkmak mecburi oldu tabi. Çıkarken de kapıyı epey sertçe çarptım ki kızdığım anlaşılsın.
Böyle durumlarda onca insanın içinde aşağılandığını hissediyorsun ama aynı olay başka birinin başına gelse hiç umrunda da olmuyor. Süje kendin olduğun için herkesin umrundaymış gibi hissediyorsun. Tıpkı senin umrunda olmayan şeyi hiç kimsenin umrunda değilmiş sanmandaki gibi. Bir nevi egoizm de denilebilir. Neyse ne işte.

            Niye gelmiştim ki okula zaten. Ders dinleyeceğim yoktu nasıl olsa. Sırf bir-iki arkadaş göreyim de canım sıkılmasın işte.. Ders notlarını nasıl olsa sınıftaki kızlardan falan alıyorum.
İkinci derse girsem mi acaba diye düşündüm. Bu bunak nasıl olsa bitirir dersi erkenden, ben de eve gideyim bari.

            Köşedeki bakkala uğradım önce. Bi Parliament istedim.
“Sen bu kiloyla bi de sigara mı içiyon yeaauv heh heh”
Çok komiksin amk malı çok komiksin.
“Hehe valla abi başladık bi kere bırakamıyoruz” Şu cümlemdeki yapmacıklığımı ben de biliyordum o da biliyordu. Bu yüzden olacak, başka bir şey söylemedi.
“Borcum nedir?”
“9.50”
“Buyur abi”

            Gittim otoparka, arabaya oturdum. Bir sigara yaktım. O sigara bitene kadar da çalıştırmadım arabayı. Sırf sinirim geçsin biraz diye müzik bile açmadım. Sigara bitince arabayı çalıştırıp yola koyuldum. Sinirim de sigaranın etkisiyle epey azalmıştı. Sigara ömrümü 10 yıl eksiltecekse 20 yıl artırıyor lan. Ne zaman bir şeye sinir yapsam veya üzülsem kafama takmıyorum, tak yakıyorum bir sigara, strestir sinirdir hiçbir şeyim kalmıyor. Lise 2’de başladım sigaraya ve o zamandan beri en kadim dostumdur. Bak yine canım çekti yakayım bi tane daha..
           
            ...
            ...
            ...

            “AH! LAN! HASSİKTİR! LAN!! L..!”
           
            ...
            ...
            ...

            Gözlerimi zar zor açtım. Tekrar kapamak zorunda kaldım. Her taraf parlaktı. Sanıyorum bir hastanedeydim. Neden pasparlak beyaz yaparlar şu anasını sattığımın yerlerini ya? Temizliği simgeliyorsa duvarın kenarına dökülüp çoktan kurumuş, hastane kantininden alınmış iğrenç meyve suyu birikintisi ne? Tavandaki sinek ölüleri ne? Çok temizsiniz anladık.. Bi dakka lan hastanedeyim ben!! Bir kaza falan geçirmiş olmalıyım. Kaza anındaki travma yüzünden kısmi hafıza kaybı yaşanabiliyor olduğunu biliyorum. Benimse hatırladığım son şey Mustafa hocanın beni dışarı atması. Yavşak herif. Kim bilir ona mı kızdım da sağıma soluma bakmadan yola atladım ya da ne bileyim, kavgaya falan mı karıştım acaba? Taksinin tekine kartopu falan mı attım yoksa? Ne saçmalıyorum lan yine. Kartopu ne alaka?

            Uyumuşum. Daha doğrusu uyur gibi bir halim vardı. Hani anneniz veya babanız durduk yere uyur, uyandırınca da uyuduğunu inkar eder ya onun gibi bir uykuydu bu.

            Yatağın ucunda ki hemşire serumu değiştirdi, hayal meyal annemi ve babamı gördüm, bir şey  konuşuyorlardı ama gözlerimi aralayınca sustular, “erken, sunmak, araba” kelimelerini duyduğumu sandım, serum değişti değişmesine de..

            Uyuduğunun farkında olmak çok ilginç bir iş. Normalde 4 saniyelik kıymetli rüyalarda bunun farkına varınca uyanılır, lan bu sefer biliyorum işte, uyuyorum, gerçekte merçekte değilim de, kalkmak yemiyor. Olmuyor bir türlü. Neyse, rüya görmeye devam. 

            Gördüğüm şey rüya mıydı şimdi? Şimdiye kadar gördüğüm rüyalar Flash TV’deki ruhlu cinli skeçlerden bile daha sürrealistti. Hepsi. Ama bu seferki resmen anı gibi bir şeydi. Ve muhtemelen anıydı da. Okuldan çıkmışım, ağzımda sigara ile araba sürüyorum. Tam ana caddeye çıkacakken sigaranın külü bacağıma düşüyor. Küfür falan ediyorum, hemen arkasından da bir arabaya çarpıyorum. Öyle aman aman bir çarpışma değil. Cam bile kırılmıyor. Öne doğru savruluyorum. Hızla açılan hava yastığı göğsüme bir darbe indiriyor ve göğsümden “kıt” diye bir ses geliyor. Orada bitiveriyor rüya. N’oldu ki şimdi? Hastanede olmamın sebebi bu muydu?

            Niye buradaydım? Çünkü sigara içiyordum. Hani şu kadim dostum dediğim sigara. Niye buradaydım? Çünkü emniyet kemerimi takmıyordum. Hani şu kaç kişiyi kurtarmış ki dediğim emniyet kemeri. Niye buradaydım? Çünkü şişmandım. Hani şu her erkeğe şart ve SAĞLIK göstergesi olan kilo var ya, işte onun yüzünden HASTANEdeydim.

            Bu an, kişisel nirvana anımdı sanırım, başladım münker ve nekir rolünü oynamaya, mezarda yatan bendim , melekler mantığım ve zihnim.

            Kemer takmak gereksiz derdim, her muhabbeti açıldığında nehre düşen ve kemeri sıkıştığı için boğulan amcadan bahsederdim ki böyle bir şey okumamış veya duymamıştım, olsun. Olabilir miydi bu? Olabilirdi. Öyleyse olmuştu. Kendimi yaptığım ve yapmadığım şeylerde en doğrusunu bildiğime inandırmıştım. Aslına bakılırsa bunu herkes yapıy.. Bak hala da yapıyorum aynı şeyi.
Kemer şimdiye kadar kaç kişiyi kurtarmış demiştim. Beni kurtaracaktı. Başkası sınıftan atılınca hiç umrunda olmaz ama sen atıldığında herkesin umrundaymış gibi hissedersin ya, bu da öyle işte. Benim başıma gelene kadar zerre umrumda olmadı, zira ölen ben değildim. Şimdi ise benim. Henüz ölmedim ama ölmediğime emin bile olamıyorken ne kadar yaşıyor olabilirim ki?

            Rüyadaydım, beynimin derinliklerinde, herhalde savunma mekanizmalarına yakın bir yerlerde olacaktım ki bunları düşünebiliyordum, insan bazen kusurlu veya yanlış olduğunu bildiği bir davranışı yaptığı halde buna karşı  laflar eder, karşıt tepki geliştirme diyorlar ondan işte. Meğer öyle bir şey yapıyormuşum lan galiba, cidden.

            Gelelim sigaraya. Kadim dostum. Sağ ol lan. Düştüğüm hale bak. Daha 4 -5 gün önce, belki 20 gün belki de 800 gün önce, babam tepemde hayıflanırken, babama 87 yıl yaşayan dedemin abisi örneğini vermiştim. Ardından babamın en yakın arkadaşlarından olan Murat abinin 36 yaşındayken hiç sigara alkol kullanmamış olmasına rağmen öldüğünden bahsedip finali yapmıştım. Babam bir şeyler diyecek olduysa da hatırlamıyorum, dinlemedim. Ulan gözümü açıp bir bakmadım ki. Babam, amcasını kaç defa hastaneye kendi elleriyle götürdü, kaç defa kan bulmaya gittik sağdan soldan. Hepsi de sigaradan oldu amına koyim hepsi. Bu tarz şeylerde ömür değil yaşam kalitesi önemliymiş demek ki..Adamın sağlıklı gününü hatırlamıyorum lan oldum olası, neyine yaşıyor bu adam, yaşıyormuş, sevsinler…

            Bak uyku iyi demiştim, biraz uyudum zihnim açıldı. Sahi dedem, annemin babası, ben 2 yaşındayken ölmüş. Hayal meyal hatırlıyorum. 57’sinde gitti adam. Sünnet sayılır ehehe tövbestağfurullah. Herkes sebepsiz yere gitti demişti. Sebepsiz olur mu lan? Sebep gözünüzün önünde. Göbek heralde. Göbek. Hıyara gölge yapan.Bu adam da döneminin trendine uyup her gün tütün sarar içerdi, sık sık kendisine benzetilmemden de çıkarabileceğim üzere yemiş yemiş sıçmamış tipinde bir adamdı rahmetli. Neden kalp krizi geçirmiş olabilir acaba, allah allah? Daya sigarayı, ye kıtlıktan çıkmış gibi, sonra aniden git.. Yok lan öyle bir dünya. Yavaş yavaş götürmüş kendini işte.

            Neden buradaydım? Bunu sorgulayarak, daha doğrusu buna dürüstçe cevap vererek kendimin ne kadar çelişkili bir yaratık olduğunu keşfedivermiştim. Aslında sırf canımın istemediğini yapmamak , veya sırf irademe sahip olamadığım için bir şeyden vazgeçememek gibi şeyleri meşru göstermek için farkında olmadan mazeret üstüne mazeret bulmuştum hep. Üstüne üstlük bunlar entel görünen birkaç cümleyle hararetle savunmuş, farklı olduğumu vurgulamış, tersini düşünenlere akılsız muamelesi yapmıştım.

            Yavaş yavaş tüm bu yanılgılarım aklıma gelmeye başladı. Bahis oyunları oynardım. Ne boş işlermiş ya. “İhtimal her zaman kasadan yanadır” ilkesini gözümün önüne almak bile istememişim. Bahisin kurallarını bldiğimi düşünmüştüm oysa ki her zaman. Yemek paramı Arsenal’e niye basıyorum amına koyim ben ya? Arsenal’de oynayan adamların kendilerine iki apartman daha alabilmesi için tezgah hepsi işte lan. Nasıl bunu göremez lan insan?  Hadi diyelim kazandım , 100 kuponumdan biri tutsa, onun parasını yine bahiste kaybedecektim ki, ne iş, oyna,kaybet, oyna kazan ve kaybet, döngü bu.
Ben hiç gazeteci olmak da istememiştim aslında. Puanım buraya yetti. Tamam, Türkiye’nin en iyi okullarından olduğu şüphesiz ama isterse intergalaktik seviyede bir üniversite olsun, BEN GAZETECİ OLMAK İSTEMİYORUM. Nokta. Ben istemediğim bölümü istediğim kadar okuyayım, o üniversite benim için rakip takım taraftarlarının arasında maç izlemek gibi bir şeydir. En güzel durumda bile sevinemezsin ya, en iyisi de olsa sevemem ben o üniversiteyi.

            Ulan amma çok konuştum ha. Ben anlatmaktan sıkıldım sen okumaktan sıkılmadın. Eyvallah kardeşim.

            Öldüm mü yaşıyor muyum bilmiyorum ama ölmek böyle bir şeyse yaşamak, yaşamak böyle bir şeyse ölmek istiyorum.


            Tam da bunları düşündükten sonra bir hareketlenme oldu bende. Terlemeye başladım. Ter gözüme giriyor ve hiç acı çekmiyormuşum gibi bir de gözüm yanıyordu. Aletler hızlı hızlı ötmeye başladı. Leş gibi bir şey kokmaya başladı. Vücudum komple yanıyordu sanki. Nöbet geçiriyor olmalıydım. Suya düşmüş eti yemeye giden piranalar gibi doktorlar başıma toplandı. Ağzıma yarı yumuşak bir şey koydular, sanıyorum dilimi ısırmamam için. Daha doktor elini ağzımdan çıkarmadan kustum. Kusunca hareketim sona erdi. Epey umutlanmıştım bu sefer ölürüm diye ama yine olmadı. Yine beraberiz kendim. Of çıldırmak üzereyim ya, tam da oluveriyordu.         
          


Nasıl oldu bilmiyorum ama bilincim kapandı bir süreliğine. Dışarıdan bakan için zaten uzun bir süredir kapalıydı da benim için yeni bir durum bu. Akşam saat 9 gibi uyandım. Etrafıma şöyle bir göz attım. Gözlerimi kapatmak zorunda kaldım. Neden pasparlak beyaz yaparlar şu anasını sattığımın yerlerini ya? Boğazım kurumuş, yanımdaki komidinde duran suyu içtim. Her tarafım halsizlikten kırılır gibiydi. Her tarafıma bir kablo bağlanmış, kimisinin içinden su geçiyor kimisi göğsüme bantlanmış.. Film klişesi olmamak için çıkarmadım o kabloların hiçbirini vücudumdan. Bu konuda sabırlıyımdır. Arkamdaki duvarda bulunan kırmızı düğmeye bastım. 10 saniye geçmeden bir doktor kapıyı hızla açıp girdi içeri. Kapıdan kafasını çıkarıp bir hasta bakıcı gelmesini istedi. Camdan dayımı görebiliyordum. Annem de dayımın omzuna kafasını yaslamış uyuyordu.  Saate baktım, dijital saatte önce hava sıcaklığını gördüm –bir kere de ilk baktığımda saati göreyim şunlarda ya- sonra 21.19’u gördüm. Annem bu saatte uyumazdı. İki-üç gündür hastanedeydim demek ki.


            Dayım hemen kafasını kaldırdı doktora baktı. Annemi uyandırmak için ağzını açtı ve anında sustu. Bana ne oldu bilmiyorum ama dayımın annemi boş yere umutlandırmak istemiyor gibi bir hali vardı.

            Doktora sordum ne kadar zamandır burada olduğumu. “İki gün daha sabretseydiniz bir yıl olacaktı, 4 Aralık’ta geldiniz, bugün 29 Aralık dedi. Anlamamış gibi yapınca anlamlı anlamlı güldü, he amk he, komadan yeni uyandık diye norönlarımın %92’sini kaybettim. Anladık işte, Espri mi lan sanki yaptığın, gülmemi bekliyosun bi de yavşak herif, yüzüne manasız ve manalı baktım.
Neyse dedi.
 Sigara aldığım bakkal ilk yardım biliyormuş ta ilk müdahaleyi yapmış, ne tesadüfse ordan geçiyormuş,o kurtarmış beni, doktor öyle dedi.
            Sonraki 15 dakikada doktor gerekli testleri yaptı. İşte yok parmağını şuklat, bir iki matematik sorusu falan..

           
Yorgunluk, insanlık hali, yine uyumuşum lan. Bu sefer beynime özet geçmesini dikte etmiş olacağım ki, kısa kısa anlar geçti aklımdan, şişmanlığın tetiklediği hastalıkları ve bunlarla ilgili ornaları veren bir gazete haberi sayfası ( aklımda yer ettiğine göre etkilenişim ama hiç hatırımda yoktu, hep kilo iyidir deyip bahane bulmuştum), sigara paketinin üstünde ki ziftli akciğerler, hiç anlam veremediğim şekilde bizim üniversitenin hukuk fakültesinin kapısı (harbi bu ne alakaydı lan, hukuk okunur mu lan , kalın kalın kitaplar bitmez onlar deyip dururdum ) , kaza anım, beyaz bir ışık ve sahne.  

Uyandım, terliydim, ama sağlığım sıhhatim yerindeydi . Aldılar beni, annem-babam- dayım. Eve gittim, uzandım, bir hafta istirahatten sonra okula gitme vaktim gelmişti.


.. Pazartesi ilk ders 11.00’deydi. Mustafa Hoca’nın dersi. 9.30’da çıktım evden. Çıkmadan önce annem emniyet kemeri takmamı sıkı sıkı tembihledi. Başına gelenlerin hepsinin onu takmadığım için olduğunu söylüyor. Bir kere olur o.
Biip Biip ötmesin diye arkamdan geçirdim kemeri, okula sürdüm arabayı. Park ettim. Bakkala girdim. Hatırlamadı beni bakkal. “Abi” dedim “Çok teşekkür ederim, beni hayata döndürmüşsün”

“Yav yiğenim, boynumuzun borcu ne demek.. Daha dikkatli olursun bundan sonra” dedi. Tekrar tekrar teşekkür ettim. Başka bir müşteri daha girdi. “Abi” dedim “ben seni daha fazla meşgul etmeyeyim, bi paket Parliament verebilir misin?”






*savunma mekanizmaları için : http://www.psikonet.com/konu.asp?kid=126

Written by: Doğan&Mertcan. 

17 Aralık 2013 Salı

17 Aralık operasyonu, analizler,gerçekler ve öngörüler.

17 Aralık 2013- sabah şafak operasyonuyla beraber, 3 bakanın, Zafer Çağlayan'ın, Muammer Güler'in ve Erdoğan Bayraktar'ın oğulları.

Ekonomi bakanı, içişleri bakanı ve çevre ve şehircilik bakanı olan isimlerin oğulları yani. Birbirileriyle ne kadar ilintili oldukları aşikar. 3 bakanlık, ihaleler, rüşvet, kaynaklar, usülsüzlükler, ve birbiriyle iç içe bir sürü çalışma yürüten 3 bakanlığın başında ki 3 ismin oğulları, yolsuzluk ve rüşvet iddiasyla göz altında.

Bir diğer isim , kamuyonun yakından tanıdığı, bir çok kez yeşil sermayeyle ilişiklendirilmesine rağmen , parti yandaşları ve cemaatçiler tarafından kabul edilmeyen, bu adam Akp'ci, cemaatçi falan olamaz, yakınlığı yoktur denilen , Ali Ağaoğlu.  Çevre ve şehircilik, ekonomi, içişleri, ve Ali Ağaoğlu.  Girift yapının sarmalları.

Fatih Belediye başkanı Mustafa Demir, gerçekten de geliştiğinin kabul edilmesi gereken, ama hala Balat gibi, Vefa gibi kentsel dönüşüme muhtaç yerleri içinde barındıran, ve kentsel dönüşümün en önemli ayaklarından kabul edilen Fatih'in belediye başkanı. Ve yolsuzluk, rüşvet,çevre ve şehircilik, ekonomi, içişleri.
Elbette sadece bu isimler değil, bir kaç iş adamı , Fatih Belediyesinden bir kaç yüksek dereceli kişi vs..

Listesi bu haberde:   liste


Olayı bu şekilde özetledikten sonra, ilk izlenimlere ve dikkat çekmek istediğim bir kaç noktaya, ardından öngörülere geçelim.

Şimdi, operasyonu yöneten kişi kamuoyunun önceden tanıdığı bir savcı, Zekeriya ÖZ.

Bu savcı, ergenekon operasyonunu yönetirken , özellikle beyaz yakalı kesim tarafından, satılmış, vatan haini ilan edilmişti , ve ardından edilmedik küfür bırakılmamıştı. Az biraz hafızanızı yoklamanız , hatırlamanıza yetecektir.  Şimdi bu beyaz yakalı kesim, ve ek olarak bugün muhalefet safında görünen büyük bir kesim, sabah ki göz altı operasyonunu yürüten savcının Zekeriya Öz olduğunu hiç dillendirmiyor. Her haber sitesinde koskocaman puntolarlayer alan bu başlığı hepsi görmezden geliyor. Neden acaba?  Evet, gerçekten insanın tükürdüğünü yalaması zordur, bu yüzden,bu bahsettiğim kesim, kolayına geldiği, ön yargılarının ne kadar bayağı olduğunun anlaşılmaması, kendi egolaırna yedirememe gibi sebeplerden ötürü, bu durumu biliyor, ama bilmemezlikten geliyor, ifade ettiğim gibi,Tecahül-ü Arif yapıyor.

Dikkat çekmek,daha doğrusu hatırlatmak istediğim bir nokta ise, Hakan Şükür'ün daha 1 gün önce istifa etmiş olması. Bunu da göz önünde bulundurmakta fayda var, hangi dosyaların neden açıldığı, hangi çantaların neden taşındığı konusunda iyi bir fikir verici unsur .

Bir eleştiri de Akp seçmenine, daha düne kadar Hakan Şükür'ün milletvekilliğini hararetle savunurlarken, istifasıyla beraber birden adamı işe yaramaz , boş, ilan ettiler. Kendi çelişkisini fark etmeli bir insan.

Bir diğer dikkat edilesi nokta, Başbakanın baş danışmanlarından Akdoğan'ın tweeti.

Buyurun göz atın :Akdoğan'ın tweeti

Burada fenalığa fenalıkla karşılık vermekten,fenalağıa fenalık yapılmaması, ıslah edilmesi gerektiğinden bahsediyor. Yani cemaati hedef alıp, biz size fenalık ettik, şimdi sizde bize fenalık ediyorsunuz, ama olmaz ki böyle, neden böyle yapıyorsunuz diyor. Açıkça.  Yani , bu yolsuzluklar yapılmadı, rüşvet falan dönmedi ,bunlar yalan, diyemiyor. Biz size fenalık ettik, sizde bu olayları ortaya çıkartarak bize fenalık ediyorsunuz diyor.  Yazık, bu kadar yüzsüzlük.

Sabah 1 helikopter düştü, koç grubuna 60 milyon tl'lik ceza kesildi, gündem hala değişmedi, şimdi haber aldım, bir helikopter daha düşmüş. Hepsi rastlantı mı? En son helikopter kazası ne zaman oldu hatırlayanınız var mı? Uzun zamandır  tek bir kaza olmazken 2 kazanında böylesi büyük bir olayın patladığı gün yaşanması tesadüf olabilir mi?
Bu olayın gündemde kalması sizce iktidarın işine gelir mi? Peki gündem nasıl değiştirilir? Ya herkesin ilgisine çekebilecek bir malzeme kullanırsın, ya da unutturma olasılığı yüksek daha büyük bir olay patlatırsın. Bugün 2'side meydana geldi ne tesadüf.  Helikopter haberi
Bu milletin yumuşak karnı , şehit haberleridir, böylesi bir yolsuzluk gündemi, ancak şehit haberleriyle unutturulabilir. Evet, açık açık şunu ifade ediyorum, şehit olan askerlerimiz, gündem değiştirmek uğruna katledildi. Ulu devlet erkanımız tarafından, büyük hesaplar için küçük insanlar feda edildi. Onların deyimi bu, benim değil . Bu  sözüm ona 'tesadüfi' olayları iyi düşünmek gerekiyor.

Şimdi olayların kendi açımdan tahmin içeren kısımlarına da el atıp bitireyim, 3 bakanın oğlu hakkında operasyon yapıldı, iktidara yakın güçlü bir iş adamı göz altına alındı, İstanbul'un en önemli ilçesinin belediye başkanı ve en kademeli astları göz altına alındı.
Tahminimce bunlar hala uyarıdır, cemaat elinde ki jokerlerin en sağlamlarını hala oynamamıştır. Zira göz altına alınan, başbakana en yakın sayılabilecek 3 bakanın oğludur, başbakanın gemicikler sahibi oğlu değil. Zira göz altına alınan, başbakana yakın bir iş adamıdır, en yakın olanı , yani dünürleri,  Çalık grubu değil. Zira göz altına alınani Fatih Belediye Başkanı'dır,İstanbul değil. Ben burada, cemaat tarafından verilmek istenen bir mesaj olduğunu sezinliyorum. Ve yapılan eylemler bunu destekliyor. Zira şu an hala çizginin bir adım gerisindeler, verilen mesaj da bu, son kartlar, oyunu bitirir.

Bu bağlamda öngörülere devam, Ağaoğlunun yanında giden bir kaç 'daha az önemli' iş adamı bu işten daha zor sıyrılacaktır. Ağaoğlu, zorlanmadan yakasını kurtaracak, ve dürüstlüğüne, kumpas kurulduğuna ilişkin demeçler verecektir . Ama diğer iş adamları kurban olacak, yüklü cezalar ödeyecek ve sıyrılmaları daha zor olacaktır

Yine , Fatih Belediye Başkanı, bu işten sıyrılacak, medyaya dürüstlüğünün kanıtlandığını söyleyeceki kendisine kurulan seçim öncesi kumpaslardan yakınacaktır. Ancak kendisinin önemli mevkilerde bulunan astları, işlerin bedelini ödeyecek, sıyrılmaları kolay olmayacaktır.

Yani, vitrin kimseler nispeten kolay sıyrılacak, altlarındakiler, bedel ödeyecek, ama verilmek istenen mesaj verilmiş olacaktır. Bakanların oğullarının da çok bir bedel ödeyeceğini düşünmüyorum, İçişleri bakanının oğlu , içişleirne bağlı bir kurum olan Emniyet Genel Müdürlüğün'de zira.

Eğer iktidar bu mesajı doğru okumazsa, ileri ki günlerde daha çok fırtınalar kopacak, bedelleri asıl suçlular değil, 'ara eleman' olanlar ödeyecek, büyük balıklar nispeten kurtulacak, ama gemi büyük bir zarara uğrayacaktır.

Dediğim gibi,  son jokerler, daha oynanmamıştır.




10 Aralık 2013 Salı

Milli yap-bozumuz: Eğitim sistemi.

Memleket iyiye gidiyor, olsaydı eğer, eğitimli , kalifiye ve kaliteli insanların etrafta bolca görünmesi gerekirdi.
Ancak ülke olarak, eğitimin kalitesini arttırmak şöyle dursun, sistemleri defalarca değiştirerek kalitesini yerin dibine sokmakla kalmadık, bir de eğitimin iyiye gittiğini kabullenerek veya içten içe öyle olmadğını bilmemize rağmen aksini kabul etmek zor göründüğünden öyleymiş gibi yaparak bu işe çanak tuttuk. Millet olarak.

 Sınav sistemlerinin defalarca değiştirilmesi, anadolu liselerinin adeta asimile edilmesi, 4+4+4 gibi bir sistemle 10 yaşında ki çocuktan hayatının belirlenmesinin istenmesi gibi hususlarının üzerinde duracak, eğitim sisteminin iyiye gittiğini düşünmemiz için önümüze sunulan yemlerden bahsedip sonuçlandırma yapacağım, kendi açımdan.

İlk okula 00-01 'de başladım, ana adım ayşe baba adım... Üzgünüm, ezberci sistemin götürüsü işte, kalıplar, bir cümle devamında ezberini getiriyor. Neyse , o yıllarda 8. sınıflar LGS adlı sınava girerlerdi, üniversiteye girişle doğal olarka o yaşta çok ilgilenmediğimden üniversite sınavının adını hatırlamıyorum,ÖSS olması gerek, ÖSS'de zaten sonradan gelen bir sistem ya , neyse, uzağa gitmeyelim.

Günler haftaları haftalar asırları kovaladı ve 4 ya da 5. sınıfken LGS'nin adı değişti, OKS oluverdi. Lise giriş sınavı gitmiş, orta kurumlar sınavı gelmişti. Müfredat mı değişmişti ne .. Sonra 8. sınıfa geldim, birde baktım bakanlardan birisi, adını hatırlayamacağım ama Hüseyin Çelik amcamız olması kuvvetle muhtemel, OKS bu sene kalkacak, yerine 3 aşamalı yeni bir sistem gelecek, adına da SBS, yani seviye belirleme sınavı diyeceğiz diye açıklama yapıyordu. Yani tarihini hala net hatırladığım 8 Haziran 2008'de , OKS'nin son kurbanları arasında idim.

Sonra lise 1'e geldim, millet hala ÖSS'ye giriyordu. Sonra 10.sınıfa geldiğimde bir de baktım ki ÖSS kalkacakmış, eh tabi bir heyecan, ne olacak şimdi? Tıpkı ÖSS'den önceki sistemde olduğu gibi 2 aşamalı sınava geçilecek, YGS diye bir baraj sınavı, LYS diye bir 2. sınav yapılacaktı. 1. sınıftan 11'e kadar ÖSS bazlı aldığımız eğitim buraya kadardı. Artık çok büyük bir değişiklik olmuş, ders konularının sıraları değişmiş, önem verilen konular değişmiş derslerin işleniş şekli dğeişmeliymiş. Gibi bir hal vardı artık ortada.
El mahkum kabullendik, YGS-LYS sistemi , final olarak değişmedi 2 yılda, ancak ben 11.sınıftan 12. sınıfın sonuna gelene kadar yaklaşım 4 kere puanlama kriterleri ve katsayıları değişti.Zaten değişmese hatırım kalırdı bu saatten sonra , iyi ki de değişti. Eğitim, iyiye gitmeliydi.

Bu değişimlere değinmişken, Anadolu Liseleri'nin nasıl asimile edildiğine bakalım.Bugüne kadar dillendirilmiş bir konu değil bu. Çünkü dış kapının dış mandalı perspektfinden bakılınca anlaşılmıyor, hatta gözlerimi kaparım vazifemi yaparım mantığındaysanız, sistemin orta noktasında da olsanız göremeyebilirsiniz.
 Ben OKS'ye girdiğimde, en iyi Anadolu Liseleri'ne girmek için yaklaık 600 bin kişinin girdiği sınavda minimum 40 bine girmeniz gerekiyordu. Mahalle arası ara birim niteliğinde olan azınlık Anadoluları da eklediğinizde bu derece 50 bine kadar esniyordu. Yani yaklşık olarak %8'lik dilimin içinde olmalısınız ki iyi bir liseye gidebilesiniz. Hal böyle olunca, öğrenciler Anadolu Lisesi kazanmak için çabalıyor, Cv'lerde Anadolu Lisesi mezunları öncelikli oluyor, fazla fazla verdiği emeğin karşılığını alabiliyordu.
 Peki nasıl asimile oldular? Şöyle; AL'de yapılan bir sınav, üniversite giriş sınavında sorulacak en zor soruları içerir,öğrencinin mantığını ve bilgisini sonuna kadar ölçer, ve 100 almak  gibi bir durum zaten söz konusu olmazdı. Alanında en iyi arkadaşlarımız hariç, ortalama bir sınavda sınıf skalası 70 bandında olurdu. Sınavlar çok zor, değerlendirmeler de titiz yapılır, puanlar bu yüzden rakamsal olarak yüksek olmazdı.

Ancaak; OKS'de %8 harici olan %92 lik kesimin sınavları, %70 oranında ÖSS'de çıkabilecek en kolay sorulardan, %30'da ortalama sorulardan oluşur, değerlendirmeler genel yapılır ve rakamsal olarak yüksek notlar alınırdı. Şöyle ki,  10.sınıfta matematik sınavından 40 alıp sevinen bendeniz, düz liseye giden arkadaşının girdiği matematik sınavını çözünce 90 çok rahat alabilmekteydi. Düzen bu şekilde işliyordu.

12. sınıftım ve sınava çok az kalmıştı, o güne kadar sınavda okulun verdiği ek puan, her okulun kendi skalasına göre verilir, iyi bir anadolu lisesinde her öğrenci başarılı olduğu için, sınavdan herkesin aldığı ek puan yüksek olurdu. Genel ve meslek liselerindeyse,sınavdan düşük puan alanlar çok olduğu için, aldıkları ek puanlarda ona göre olurdu. Yani adaletli bir sistem hakimdi, herkes ektiğini biçiyordu. Ama birden birilier fırsat eşitliği naraları atarak mahşerin 4 atlısı misali bu ne böyle diyerek değiştirme ihtiyacı hissettiler. Her okul artık kendi içinde değerlendirilmeyecek, her öğrenci kendi diploma notuna göre ek puan alacaktı.  Yani, düz lisede ki matematik sınavından 90 alan Halis Koyun, anadolu lisesinde ki sınavdan 40 alan Fatmagül'den dana fazla puan alacaktı. Az önce verdiğim örneği hatırlamanız, durumun vehametini anlatacaktır.

Sonra, Genel liseler kaldırıldı, Düz liseleranadolu oldu, artık sınavlar 200 bininci olanlarda Anadolu'ya rahatlıkla girebildi. 4-5 yıl önce CV'ler de, iş hayatında bir kıymeti olan Anadolu Lisesi etiketi, artık değersizleşmişti Hem de yıllarca eğitim ameleliği yapmış, diğerlerinden 4.5 kat daha fazla emek vermiş insanların emekleri bir kalemde silinerek.

Bu da yapbozun bir parçasıydı. Bir dipnot düşeyim, yapılan bu değişikliklerin iktidar ve ideolojisi ile olan ilintisine iktidarın kendini beslemesi konulu bir başka yazımda ele alacağımdan şimdilik değinmiyorum, tüm değişikliklerin özü odur aslında. Neyse.

Anadolu Lisesi ve nitelikli insan asimilasyonunu anlattıktan sonra çeşitli örneklerle yapılan değişiklikleri sorgulayalım, acaba eğitimi kaç kez değişti son 10 yılda?
Buraya bakınız:

11 yılda eğitim sisteminde 13 değişiklik


Evet, gazete haberinden de anlaşıldığı üzere tam 13 kez değişmiş. Yazık değil mi, her yıl , hatta bazen yılda 2 kere rotamız baştan çizilmiş, bozulmuş, yapılmış. 

Şimdi sorgulayalım, hepimiz her mecliste bir aksaklığı eleştirirken, eğitim önemli, eğitim iyi olmalı, her şeyin başı eğitim gibi laflar etmiyor muyuz? E peki madem, bu kadar yap boza dönmüş bir sistem nasıl iyi olabilir?
Öğrenciler alacakları eğitime mi yoğunlaşacaklar yoksa sınav sistemi yine değişirse ne yapacaklarına ilişkin korkularına mı? Kendilerine öğretilmeye çalışanları sindirmeye mi çalışacaklar, yoksa kendilerine yapılan haksızlıklar mı? Kendilerini sınava ve hayata mı hazırlayacaklar, yoksa sistme yine değişirse uğrayacakları zaman , emek ve 'hayat' kaybının telafisine mi?  Sistemin bu denli Sokrates'in ünlü özdeyişini doğrulamasından mütevellit kendilerinde oluşan güven kaybını nasıl görmezden gelip tüm emeklerinin bir kalemde heba olabileceği korkusuyla başa çıkacaklar? 
 Bu kadar unsur varken, eğitim sistemi iyi demek nasıl bir mantığın ürünü? Eğitim sistemi iyi olmaktan bu kadar uzak bir ülke, nasıl olurda 'eyiye' gidebilir?

Bu bağlamda biraz da uluslarası alanda ne durumda olduğumuza bakalım, buyrun: Pısa(eğitim sistemi değerlendirmesi)sonuçları

Kaynak okunduğunda görüleceği üzere, eğitim sisteminin iyi olduğu koca bir yalan olmakla beraber, iyiye bir yöneliş söz konusu dahi değil. Okumayı çok seven bir millet olduğumuzdan kaynağa tıklamayanlar olacaktır, onlar için özet, Türkiye her kategori de son sıralarda, Hani Fox Tv'de arka sıradakiler diye bir dizi vardı ya bir aralar, o dizide ki Oktay karakteri Türkiye işte. Sıra arkadaşları ise şunlar: Endonezya, Katar, Peru, Ürdün, Tunus, Birleşik Arap Emirlikleri, Sırbistan ,Malezya.. Durum ortada değil mi? 

Şimdi , gelgelelim İŞİN EN ZEVKLİ KISMINA. İspatlamaya çalıştığım gibi bu kadar bedbaht çaresi sefil durumdaykeni nasıl oluyor da öz be öz kendi vatandaşlarımız eğitim sisteminin iyi olduğuna ve iyiye gittiğini inandırılıyor. Bu noktada nicelik ve nitelikten bahsetmek isabetli olacak, hemen bakalım, hukümet eğitim sisteminde yaptım diye bizlere neyi anlatıyor? 
-Kitapları bedava dağıttığını
-Küsuratlı sayıda okul yaptığını
-Atanamayan öğretmene müjdeli haberlerini.

Bu 3 hususu inceleyelim. Kitapların bedava dağıtılması, tam 10 yıldır uygulanılani bence kesinlikle de uygulanılması gereken bir şey zaten . Ancak bu kadar davulla zurnayla anlatılani gözümüzün saydam tabakasına kürdanla monte edilen bu olay, devlet için hiç te büyük bir maliyet değil. Nasıl mı? 
ders kitaplarının maliyeti
Geçtiğimiz yılda devlet,ders kitaplarnın ücretsiz dağıtımı için 317 milyon Tl masraf yapmış. Hemen bakalım, devlet bir yılda ne kadar dış borç ödüyor?1 yıllık dış borç

Tam 165.2 milyar dolar, bugün ki kurla tamı tamına 330 milyar Tl.  Yani Türkiye 1 günde neredeyse 1 milyar Tl dış borç ödüyor.

Yani ders kitaplarının maliyet, Türkiye'nin BİR GÜNDE ödediği dış borç miktarının 3 TE 1 'İNE eşit.

Bu kadar komik bir rakamıni 10 yıldır gözümüze bu kadar sokulması, ne kadar anlamlı değil mi ?

Şimdi okul yaptırılma olayına kısaca göz atalım, 5-6 yıl önce, okul yaptırana vergiden muafiyet, okul yaptırana okula isminin verilmesi gibi kanunlar çıkarıldı. Yani, özel sermaye, devlet için okul yapmaya teşvik edildi. Bir çok okul  özel sermayeyle yapıldı, konuyla ilgili bir habere bakmadan önce bir okulun maliyeti ve MEB bütçesini karşılaştıralım: 55 milyar 705 milyon lira Meb'in 2014 bütçesi. Google'dan kolayca ulaşabilirsiniz.Bir okulun fiziksel maliyeti ise :okul yaptırma maliyeti yani ortalama, 2-3 milyon Tl arası. Yani, MEB, sadece bütçesinde ki minik küsüratla bile 300 okul yaptırabilir durumda . 

Hal ve vaziyet ortada. Sayısal rakamlarla her şey gözler önünde. Yine bu kadar küçük maliyetli ve buna ek olarak özel sermayenin de katkı sağladığı bir işin bu denli gözümüze sokulmasına ne demeli? 1984'ü okudunuz mu? Ben de okumadım, henüz.

Öğretmen atamalarına gelince,
2003'de 24.190,

2004'de 23,999,

2005'de 28.173,

2006'da 19.135,

2007'de 19.051,

2008'de 15.338,

2009'da 10.112,

2010'da 9.510 ve
2011'de 7.645 vd. 

Öğretmen zaten emekli oluyor. Yani bunlar zaten açık oluşturuyor. Türkie nufüs artış hızı olarak yüksek bir grafik çizdiğinden, her yıl zaten öğretmen ihtiyacı da artıyor. Yani devlet zaten 'binlerce'öğretmen ataması yapmak zorunda.  Peki neden bu kadar açıkta öğretmen var derseniz, devletin bütçesinden çok, öğretmenlik veya eğitim fakültelerinin yanısıra, bir dala ilişkin fakülteden mezun olanların da (örneğim Tarih) öğretmenlik için sıra beklemesidir sebep. Bunu ayrıntılı olarak ele almek gerekir ancak konu dışına çıkmak istemediğimden geri duracağım. Konuya dönelim, devlet zaten binlerce öğretmen ataması yapmak zorunda dedik, medya öyle bir şekilde gösteriyor ki sanki devlet öğretmenlere lütfediyor, sanki ihtiyacı yok. Hemen bakalım, ülke de onca atamaya rağmen hala tam 126 bin küsür öğretmen açığı var. Hoş , eğitim sistemimiz çok kaliteli olduğundan bu açık göze batmıyordur ya, neyse. Kaynak için buyurun bakınız: http://www.kamudanhaber.com/kpss/kpss-tercih-islemleri-bu-gece-bitiyorsendika/sozlesmeliye-becayis-hakki-geliyorguncel/egitime-kar-engeliegitim/ogretmenlere-yeni-yil-surpriziozel-haber/yonetici-atamada-duyuruya-cikan-illerkamu/taslak-basbakanliktakpss/memur-adaylari-dikkategitim/egi-h100272.html

Yani devlet öğretmen atayarak bizlere veya öğretmenlere lütfetmiyor, zaten ihtiyacı var ve onu gideriyor . Şöyle bir mantık, musluğunuz bozulduğunda eve gelen tamirciye bak seni bu iş için görevlendiriyorum, kıymetimi bil der misiniz? İnşallah demezsiniz, ona ihtiyacınız vardır çünkü. O da ihtiyacınızı giderir, tamiri yapar . 

Sonuç olarak, Devlet tüzel kişiliği içerisinde MEB, ayrıca incelenmesi gereken Hukümet, 'memleket eyiye gidiyi' imajına bozmamak ve onu desteklemek adına, yap boz haline getirdiği eğitim sistemini bile, bile bile bozarak, kalitesini ırgalayarak, evirip çeviriyor, onunla oynuyor, kötüleştiriyor. Biz gariban halk kitlesine, yani önemsiz insan yığınına ise hiç te büyük olmayan ama gözümüzün içine sokulmaktan sakınılmayan işleri sunuyor, eğitimin vitrinini bu şekilde yansıtıyor, ve insanlar eğitimin de iyiye gittiğine inanıyorlar. Vitrin, düzgün olunca, okumaya ve araştırmaya meraklı toplumumuz, gerisini merak etmiyor, ilgilenmiyor. Kitaplar bedava dağıtılıyor, okullar yapılıyor, öğretmenler atanıyor diye eğitimi iyie gidiyor sanıp, günlük rutinine devam ediyor.
                                                                              . . .

8 Aralık 2013 Pazar

Dershaneler ve fırsat eşitliği palavrası

Neymiş efendim dershaneler fırsat eşitliğini engelliyormuşta, hiç gidenle gitmeyen bir olurmuşmuyda, kapatılmazsa tüm gençler eşit olamazmışta,  hede hö deme.

Neyse, fırsat eşitliğinden kaldırılıyor dershaneler, yersen. Yazının başında belirteyim, şahsen lisede dershaneden bir halt öğrenmişliğim yoktur, bana bir şey katmadı, katanı var mıdır, çoktur. Cemaatçi falan dicek varsa az sabretsin, demez.

Şimdi şöyle oluyor, öhöm, bilir kişi öksürüşümü yapayım, daha ciddi durayım, mikrofona tık tık vurayım, artık konuya varayım. Dershane niye var?

Çünkü okullarda sınıflar 50 kişi.

Çünkü okullarda öğretmen açığı var. Çünkü okullarda sınıfı geçeyim bana yeter diyen tiplere göre ders işleniyor. Çünkü okullarda ki ders yoğunluğu yetersiz. Çünkü okullarda eğitim-öğretim işinin eğitim bölümü de yapılmak zorunda. Öğretim , yani bu zıttırıbık sistemde test ile gireceğin sınava hazırlık, noksan kalmaktaaa. Bu sistemin çekirdeğinden çıkmış biri olarak söylüyorum. Hocam x nereden geldiii, hocam matematik niye vaar, hocam dil anlatım sınavında dil bilgisi çıkcak mııı diyen tipler kendisini okul ortamında gösterir. Dolayısıyla, üniversite sınavına girecek çocuk için bunlar engeldir. Çocuk dershaneye yönelir çünkü orada eğitim kısmı öok büyük oranda rafa kalkmakta, öğretim yapılmaktadır. Her ders örnek soru çözümleri yapılır, her hafta en az 1 denemeye girilir, öğrencide maalesef mantıklı olan bu olduğu için böylece gerçekçi bir şekilde  sevgili üniversite sınavına hazırlanıverir. Hatta Türkiye'de ki en iyi liselerin çoğu 12.sınıfları çoğu derste test çözmeleri, dershaneye gitmeleri için serbest bırakır.

Neden, çünkü üniversite sınavı tamamen dershane müfredatının sınavıdır da onun için. (M.Dural üslubü)

Dershaneler bu yüzden açıldı, bu yüzden öğrenciler yöneldi ve gerekliydi ki her aile çocuğunu dershaneye göndermek için uğraştı çabaladı ve GÖNDEREBİLDİ.

DİREK MANTIKTAN GİRMEK İSTEYEN BURDAN BAŞLASIN
Duygusal kısmı geçtikten sonra mantığı işletelim, hani fırsat eşitliği yüzünden kapanıyor ya dershaneler, YALAAN, iftiraa, zırvalık saçmalııık. Yeminle . Çünkü; ortalama bir dershane 12. sınıf yani sınava hazırlık ücreti  olarak 2.500 lira alıyor. şimdi olayımıza bakalım, 2.500 lira. okumaya niyeti olan bir adam illa ki dershanelerin her yıl yaptığı sınavlarda oransal bir burs kazanıyor. Zaten dershanelerin %80'i sınava girenlere sırf kara kaşına kara gözüne %20 civarı lafım ona burs sağlıyor. Ne etti dostlar? Hadi bu çocuk çok iyi bir iş çıkaramadı sınavda, %20 juri özel ödülüyle dershaneye gitmeye hak kazandı. Kaç para ödeyecek? 2.000 lira. Bu arkadaşın yaz tatili kaç ay? 3 ay.  Bu ülkede en düşük maaş ne kadar? 780 lira. 3 tane 780 lira kaç para yapar, hadi 80 lerini saymayıverelim , matematiğim yetmediğimden değil arkadaş aç kalmasın diye, 2.100 lira. Naptı bu arkadaşımız? Dershane parasını kazandı. Okuluna engel oldu mu? Hayır. Fırsatları elinden kaçtı mı ? Hayır. Herhangi birisi sadece yazın çalışarak dershaneye gidebiliyor mu ? Evet.

Şimdi içinizden hayatı tanımayan bazı pembe gözlüklü nonoş arkadaşlarım hani nerde iş mi var diyecek. Reziller. bu ülkede işsizlik üniversiteliye. Vasıfsıza iş her yerde. En basitinden 22 dakika sokaklarda dolaşırsanız , iş olduğunu anlarsınız. Adam olun. Öhöm, neyse.

Yani buradan hareketle, herhangi bir  Ziya Işık adlı öğrenci, Burcu Balık 'la beraber, günde 1453 kere kanunen Dershaneye gidebilir. Anlamayan?

Fırsat eşitliğini çürüttük. Şimdi gelelim yalanın  daniskasının atıldığı yere, konunun kendisinee, heheeee süprüüz.

Madem fırsat eşitliği çok önemli bunlar için, o zaman ÖZEL ÜNİVERSİTELER NİYE VAAAR?

Bakalım şimdi olaya, yine matematiksel ve biyolojiksel olarka inceleyelim, ben bugün bir devlet üniversitesinde Hukuk okumak için, 500 üzerinden en az 440 puan almayalım . Yani 2 milyon kişiden en az ilk 10 bine girmeliyim. Amaa, eğer benim param varsa, eğer ben özelde okuyabilecek güce sahipsemmm, KEMERBURGAZ ÜNİVERSİTİİ de 330 puan yapıp okuyabilirim.Parası olmayan 330 puan alan  Kemal İzasyon napıcak, 330 puanı ile Balıkesir iktisata gidecek, foursquareden yer bildirimi yapacak.Vay anasını, gözlerim yaşardı, fırsat eşitliğine bakın. Fırsatlar o kadar eşit ki, ailesinin geliri 2-3 bin daha fazla %50 bursla falan gidip hukuk okyabilecek olan Doğuş Tanbahtsız, 420 puanla İstanbul ingilizce işletmeye gidip etrafa mutlu gülücükler saçıyor. Hemde sıralaması 2 milyın kişiden 30bin olmasına rağmen, 330 puan yapıp 164.256ncı olan Hayat Vermiş, kemerburgazda hukuk okudu, ama ondan 54 kere daha iyi puan almış ve kuvvetle muhtemel kafası daha çok çalışan adam gitti anca işletme okuyabildi. Neden? Çünkü dershaneler var, fırsat eşitliği yok :)) KAFAN GÜZELMİŞ KARDEŞ GÜLE GÜLE KULLAN.

Bir de özel üniversitede okumak kaç para ulaaan diyen ibo abimize kulak verelim. Bugün en kıytırık üniversitede %50 burs ile okursanız en az 12 bin lira veriyorsunuz. Eğer iyi bir üniversitede burs kazanamadan okuyacaksanız afedersiniz sıçtınız, ya da çok yanlış geldiniz, en az 32 bin lira vereceksiniz.

Yazın çalışıp biriktiririm ama beeen. Birikir canım, eğer +7 olarak 6 maç yazdığın idda kuponun falan tutarsa okey tabi her şey.

Hanimiş benim fırsat eşitiliğmmm, oy kıyamammm :((((

Pekii, pek sevgili devletimizin saygıdeğer popoliter devlet büyükleri bunu görmüyor mu? Görürler görürleeer, onlar yok muonlarrrr onları gidi onlarıııııı .....

Ama yemez efendim, dillendirmeye  güven özveri tecrübeleri yemez.

Neden mi? hemen özel üniversite sahibi oluşumlara bakalım:

Sabancı holding
Koç holding
Doğuş holding
Kadir Has (ın  holdinginin ki)
aa bak tanıdık geldi ne güzel ilim irfan için çalışıp Ahmet davutoğlu özel üniversite açmış, (Şehir üni.)
Yeditepe (ihsan kalkavan)
.
.

Diye uzayıveriyor. AA ne tesadüf, hepsi de ülkenin en güçlü adamları. Hatta Agü diyeyim, fatih üniversitesi diyeyim, bahçeşehir üniversitesi diyeyimi bilgi üniversitesi diyeyim, Tobb diyeyim. İyice anlayıverin.
Ama yok canım, asıl fırsat eşitsizliği yapan dershaneler di mi sahi? hmmmmmmm :)

Güveni özverisi tecrübesi olan konuşsun hadi popoliterlerden?

Yer mi?

Yemez.



5 Aralık 2013 Perşembe

basit yazı, basit bir gün

Adı Hüsnü, soy adı Zan.
30 yaşında, arkadaşları ona Hüsnü diyor, doğal olarak. Lise mezunu ama açıktan, profil bilgilerinde hayat üniversite yiğen yazıyor. İyi bir arkadaşımız. Galiba.

Kalktı, karısının paspal paspal hazırladığı kahvaltıyı şöyle bir yokladı, soğumuş çaya küfredip evden çıktı Hüsnü abimiz.

Kapının önünde motorlu kuryenin bıraktığı Zaman gazetesini ayağıyla itti, artık küsmüştü onlara abimiz, oy veridği partiyle takışmışlardı, e Hüsnü abinin oy verdiği , o derece yüce bir parti hata yapar mı? Yapmazdı tabi. O yüzden , gazeteye ve temsil kanadına küstü. Yürüdü gitti.

Otobüse bindi, Aylık akbile 150 lira ödedi, herifin maaşı zaten 1.150 liraydıi 150 sini yol yapıp geçinip gidiyordu işte. Allahtan daha ne istesindi. Otobüste ter kokan insanlara ters ters baktı, ama birileride ona ters ters bakıyordu, pekte dişlerini fırçalamak gibi bir adeti yoktu zira, ne önemi vardı oğlum zateni, vucüt koskocıman dişler küçücüktü, onlar önemsizdi, ağız koksundu.

Sonra okula giden bir gence sinirlendi, yanıbaşında dikilen kesin 42 yaşında olan esmer kadına yer vermemişti. Ne büyük saygısızlıktı. Hüsnü'de oturuyordu da, kendisi o gençten 12 13 yaş daha büyük olduğu için onun yer vermesi icap etmezdi, gençlerde hiç saygı kalmamıştı.

Sonra alışkanlığı olduğu üzere 24 taksitle aldığı Samsung marka telefonuna gömüldü, çaktırmayında bunu biraz da kimse başımda dikilip yer istemesin diye yapıyordu. İçten içe bunu biliyor hatta zekasına delalet sayıyordu. Demin ayıpladığı genci unutmuştu.

Sonra , Böyle buyurdu Zerdüşt kitabını okuyan bir adamcağıza ilişti gözü.Ateyizt dedi. Sıçtığımın şerefsizi dedi. Topunu sallandıracaksın bunların ülke refaha kavuşur dedi. Ama içinden, sonra aynı kişiye düğmeye basar mısınız deyip indi otobüsten.

İşine geldi. Orta halli bir lokanta da kasiyerdi. Akıllı telefonuna gömüldü , Kılıçdaroğlu'nun Amerika'da taze gelin gibi oturan bir fotoğrafını gördü, sonra kendi partisinin liderinin fotoğrafına baktı ve bah olm lider dediğin böyle olur dedi.

Ama işin ilginç tarafı, Kılıçdaroğlu'nun ABD'ye ne bok aramaya gititğini hiç düşünmedi. Oturuşuna taktı. eleştire eleştire onu buldu. Kafa yorsaydı biraz, ne işi var bunun burda diye, belki çok daha kayda değer şeyler bulabilirdi.

Sonra Ak partiyi seviyoruz sayfasının gönderisini paylaştı, bilmem kaç km yol yaptık, her yere döşedik ,ray ile, bunları okurken adamlar çalışıyor ağbiii diye içinden geçirdi. hiç sormadı kendisine ulan ben kasiyerim bütün gün para alıp veriyorum çünkü işim bu, bunun için burdayım, bu adamlar siyasetçi zaten bunları yapmak için burda, acaba bu kadar neden abartılıyor , otobüs şoforüne durağa ulaştırdı diye teşekkür etmek çok mantıksız değil mi diye? Niye sorsundu, al gülüm ver gülüm işini yapar, 1.150 tl maaş alır, giderini karşılayamacağını bildiği için üreyemez, işten sonra 100 kişilik otobüste 149 kişi akrabalık bağları kurarak ulaşım yapar, ama huzuru mutluluğıu yerindedir.
Karşı ki fırından simit aldı Hüsnü abi, 1 liraydı son 2 haftadır ama komşu olduğu için ona 75 'e olurdu. Akşam kalan bayatlardan alım de evde  yeriz olmadı kahvaltıda yerim ucuza gelir diye geçirdi içinden. Sonra ne kadar zeki olduğunu düşündü kendi kendine. Düşünme yeteneği bunlara yetmişti. Olsun.

Öğlen kasaya yakın masaya öğrenci grubu oturdu. Dinledi onları Hüsnü abimiz, amma da boş konuşuyordu gerizekalılar, neymiş efendim, benzin çok pahalıymışta, hükümet aslında vitrini iyi tutup her şeyi iyi gösteriyormuşta, eğitim sistemi çok kötüymüşte... Amma salaklar diye düşündü, hoş benzin pahalılığından baba yadigarı arabasını kullanmıyordu ama pahalı olamazdı işte, öyle söylemiyordu çünkü devlet büyüklerimiz, normaldi, sadece fiyatları günceldi. Vitrin mitrin yoktu, her şey apaçık ortaydı, gerçi arada maaşını yetiremediği olurdu , borç harç alırdı, yemeğinden hatta ısınmasındna kısardı evde ama , öyle hiç bir şeyin de kötü olduğu falan yoktu canım. Eğitim sistemi kötü mü? Hadiyin lan ordan dedi, hoş, daha 2 gün önce 16 yaşında ki yeğenine size okulda bir bok öğretmiyor lan, ne biçim okul o diye dalga geçip sonra yeğeni Türkiye'nin coğrafi bölgelerine sorunca Akdeniz ve Karadeniz'den ileri sayamayınca hiç bir şey değişmediğini böyle yarım saniyelik düşünecek gibi olmuştu ki, yaptırılan okullar geldi aklına hükümet eyidir eyi, dedi gene. Düşünmedi pek öğretmen açıklarını,malzeme eksikliklerini, ve asla bitmek tükenmek bilmeyen 60 kişilik sınıfları.
Ama olsun, o öğrenciler kesin salaktı. Çünkü über üstün biri olan abimizin oy verdiği pariyi eleştirmişlerdi. Olamazdı, aklı başında bir insan bunu yapamazdı.

İnsanca yaşayamacaktı hiç, çünkü haberlerde sunulan enflasyon tek haneye indi,milli gelir 10 bin doları geçti, ülkeyi dayadık döşedik (bu kısmen doğruydu) , % 2 milyon büyüdük gibi rakamlara inanıp asla reeliteyi düşünmedi. Asgari ücretle geçinmenin imkansızlığını, en temel ihtiyaçları olan ulaşım, ısınma gibi ihtiyaçlarıdan kısmak zorunda kaldığıın, üremesinin bile aslında teşvik edilirken elindeki paraya göz dikildiğini, hatta alkış tuttuğu düzenin  üremesine bile mani olduğunu düşünemedi.

Senede 1 ay izin, hafta sonu tatillleri, erzak desteği, içinde ölme tehlikesi yaşamadığın ferah ve düzgün bir toplu taşıma, kombiyi gönlünce çok açıp ısınma ihtiyacını rahat rahat gidermek, aldığı telefonu 24 taksitle değil de tek çekim almak, onun asla aklına gelecek, istemeyi düşüneceği şeyler değildi. Çünkü böyle mutlu olması gerekiyordu. Öyle diyordu devlet büyüklerimiz. Napsın Hüsnü Zan abimiz, inandı. Üstelik tüm bunların sadece kuş uçumu 300-400 km ötesinde bir yerlerde insanların sahip olduğu şeyler olduğunu üstün körü de olsa bilmesine rağmen. İnsanca yaşamanın ne demek olduğunu bilmesine rağmen boşverdi. O böyle mutlu olmalıydı. Çünkü burda doğmuştu, Türk'tü doğruydu Çalışkandı. O yüzden bazen para üstlerini yırtık para verir, bozukları eksik sayar, işten kaytarabildiğince kaytarır da ama , onları da zekasına vermek lazımdı, onları akıl edebildiği için yapıyordu, o ilkelerle alakası yoktu zira.

İnsanca yaşamyı 300 km farkla kaçırmıştı Hüsnü Abi, ve biad etti hep, kendisiyle aynı anda doğan Johannesburg, 84 yaşında saçları dökülmeden kışları kullandığı evde ölürken, Hüsnü abi 70'ini göremeycek, 60'tan sonrasını hastalıklar içinde geçirecek ve tüm bu hastalıkları yaşlılığına verecek, oyunu da yine kim suyunu 3 yudumda içerse ona verecekti.

Ama olsundu.