14 Kasım 2014 Cuma

Duygumsal Sorgulamacıklar

Ufak bir sınav dönemi atlattım bugün. Sevindim bitti diye. Sonra durdum ve düşündüm, diğerine 1 ay var , zaten yapacak bir çok işim var ne diye rahatlıyosun? Ne diye rahatlamıştım?
  Belki hayatın yüklediği toplam ağırlıktan bir kısmının üzerimden eksilmesiyle rahatlamıştım, ama aslında rahatlamamıştım.  Belki herkes rahatladığı için rahatlamıştım, belki öyle yapmamın gerektiğini düşünmem gerektiğini düşündükleri ve düşündürdükleri için rahatlamıştım. Ama rahatlamamıştım. 

Bütüncül bakmak gerek demek  ki . Sınav gelir sınav biter, bir sonraki gelir, bir sonraki gider, başka sınavlar gelir, öteki taraf için olanı hep burdadır vs. vs. .. Demek ki hayat bu , böyle bir şey. 

Adetim olmamasına rağmen Zeki Müren şarkısı açık arka planda, 'bulamazsın, bulamazsııınn benim gibi seveni ' demekte kendisi.  O da geçip gitmişti bu bütüncül bakılan resimden. Aynı benim gibi, bizim gibi bitmeyeceğini sanmadığını bilinç olarak dışarı çıkartıp, içten içe bitmeyeceğini umarak, sonsuz olduğunu varsayarak, ancak onun haricinde loş ışıktan az ışığın olduğu ortamlarda yalnız ve yatıyorken aklımıza üşüşen ölüm düşüncesine engel olamayarak, yaşayıp var olmak, olmamak. 

İçten içe herkes farklı değil mi ? Ergenlik yıllarına özgü bir şey değil bu. Ekonomi sınıfında aynı anda bir uçakta seyahat eden 650 kişide o uçakta geçici olarak o sınıfta olduğunu, kendisinin aslında 'Business' sınıfına ait olduğunu , ilerde asla ekonomiden bilet alması gerekmeyeceğini, bu 'geçici' durumun bir an önce biteceğini düşünen o 650 yolcunun 650' si de bu düşüncenin kendine has olduğunu da düşünmekte. 

İnsanlarla aynı olmadığımızı düşündüğümüz müddetçe aynıyız. Ama aynılıktanda farklı olduğumuzu bilmedikçe kurtulamayız. 

Nedir farklı olmak?  Gereksinim duymakla olunan bir şey midir? Olunan bir şey midir? Olan bir şey midir? Mc'Donalds'mıdır? Steve Jobs mudur? Yoksa fiyat performans ürünü Vestel almak mıdır? 

Farklı olmak , farklı olunabilme sınırları içersinde debelenmek midir? Yoksa 'şuna göre şundan farklı'olmak mıdır sadece? İlla aynının olmaması mıdır? 

Yoksa zaten doğal olan mıdır? 

İhtiyaç nedir? Maslow üçgeni midir sadece? Yoksa esas ihtiyaçlar sinapsislerde mi başlamaktadır? Materyalistseniz kimyanızda, değilseniz ruhunuzda yaşadığınız bir şey midir aşk? 

Niye unutulmak istemeyiz? Madem ölüme inanıyoruz, ölünce inancınız varsa ahiret hayatında olacağız ve bu dünyada unutulup unutulmamayı düşünemeyecek kadar meşgul olacağız o zaman nedir bu var olagelebilme telaşı? Hele ki materyalistsek, yok olup tözüne döndükten sonra senin arkandan kim konuşmuş kime ne? Sen yoksun ki artık.  Salak mıyız yoksa biraz, insanlık olarak? 
Yoksa içten içe inandığımız , daha doğrusu Süleymanın başaramadığını başarabilme arzumuzun körüklediği bir beklenti mi bu? 

Her zaman faal durumda olan pragma eğilimimiz nerede bu durumda? Kapital dünyanın işleyişine bakarsak herkesin zaten ana karnına düştüğü anda sahip olduğu bu pragma, mevzu kendini gerçekleştirme durumuna gelince , ortaya bir şey koyma eğilimi ortaya çıkınca,aptal moduna mı giriyor yoksa? Yoksa ise, aslında sonsuz olabilme, bilinme isteği , meşhur üçgenin ilk basamağını mı oluşturuyor? Yoksa temel ihtiyaçların temeli sadece egosal doyumluklar mı? 
Eğer öyleyse, ki evet öyle, o zaman para kazanma isteğimiz hedonizmden değil de egoizmden mi geliyor? Zevk almak için değil de , farkımızı ortaya koymak mı bizi motive ediyor? Hatırlanmak, iz bırakmak, damga vurmak adına mı çıkarıyoruz vardiyamızı? Hedonizm olsaydı, daha masumdu , mantıklıydı en azından. 

Canavarlaşmışçasına canavarlaştığını inkar eden insanların ülkesinde, yapılan haksızlık dile getirildiğinde 'sizinkilerde bunu yaptı ama' cevabının verildiği körler sağırlar diyarında, sanki bu cevap yapılanı doğru kılıyormuşçasına,  pragmalarımızla, prangalarımızla, sağlıcakla.. 










15 Ekim 2014 Çarşamba

Denge konusunda(1) - Çalışmak ve köleleşmek hakkında

Her gün 15 saat çalışmak ?  Bedeninizi emek kölesi haline getirmek veyahut sevmediğiniz işlerde çalışmak, sevmediğiniz size ait olmayan günleri yaşamak , tanıdık ve aynı zamanda distopik değil mi?

Bugün sistem para üzerine kurulu, salt emeğinizi, bilginizi veya fikrinizi satıyorsunuz, karşılığında dönen çarklardan pay almaya başlıyorsunuz. Başka türlü 'geçinmenizin' yolu yok. tüm bu eylemler emek vasıtasıyla gerçekleşiyor ve hayatınızdan belli bölümleri tüketiyor. 
Örneğin, bir çok kişinin imrenerek baktığı memurların iş saatine baktığımızda 8-5 lik yani yaklaşık 9 saatlik bir çizelge görürüz.  Elbette bu insanlara imrenerek bakanlar olduğu kadar, 'köle' olarak nitelendirenler de mevcut. Sistem kölesi, sıradan basit insanlar , esirler gibi nitelemeler yakıştırılabiliyor.

Değindiğim üzere, bugün aç kalmamak için zamanımızı ve emeğimizi kiralamak veya kullanmak durumundayız hepimiz. Bu durumun istisnası yok. Elbette hayatında yokluk görmemiş, paranın otomatik olarak bankamatik kartlara yüklenmesine alışmış insanlara bu durumu anlatmak görece zor olsa da bu gerçekliğin herkes tarafından bilindiği kesin. Bu bağlamda ilk olarak, çalışmak zorunda mıyız?  Evet. Peki çalışmak demek, köle olmak demek midir?  Köle olup olmamanın ölçütü nedir?

Kişinin elinde olan bazı seçimler vardır.İsmi,cinsiyeti, göz rengi veya zekasını kendisi belirleyemese de , genellikle herkes eğitimini, mesleğini belirleyebilir. Bazısı için bu daha zor olsa da imkanlıdır.
Fırsat eşitliği diye bir kavramı unutmuş vaziyette olsak dahi, biraz daha fazla çabalamayla eğitim ve meslek gibi hayatımıza yön verecek şeyleri kendimiz seçip oluşturabiliriz.
Evet, elbette bazısı özel ders alamayıp günde 1 saat yerine 2 saat ders çalışmak zorunda kalacak,elbette bazılarımız üniversite yıllarında part-time çalışmak zorunda kalacak ama hayat zaten böyle bir şey. Daha en başta adıını bile kendin seçemediğin bir yere merhaba diyorsun ve herkes için aynı şartları bekliyorsun. Bu durumun bugün ki sistemle de alakası yok, insanlığın ilk çağlarından beri süregelen bu eşitsizlik , hayatın bir parçası, hayat denilen olgunun süregelme biçimi zaten. Ammavelakin, bizler 'modern'çağ insanları olarak altın tepsilerde olmasa da önümüze sunulan fırsatları gerektiği kadar değerlendirirsek, var olan bu eşitsizliğin üstesinden gelmemiz işten bile değil.
Evet, lise yıllarında 1 saat daha fazla ders çalıştın diyelim. Ne fark eder? Bunun sana kaybettireceği şey nedir? Ortalama tv izleme süresinin kişi başı 4 -5 saati geçtiği bir ülkede kimsenin ben 1 saat daha fazla ders çalışmak zorunda kalıyorum bu mu adalet demeye hakkı yoktur bence. Meslek kısmına öğrenci yazıyorsan, adaletsizlikten şikayetçiysen ve  güzel yaşamak istiyorsan,çalışacaksın arkadaşım. Adaletsizliğin kaynağı olarak gösterdiğin varlıklı insanların anne-babası , senin anne babandan daha çok çalıştığı veya daha çok risk aldığı için bugün sen sana göre adaletsiz bir konumdasın çünkü. Yani büyük resimde, bu bağlamda adaletsiz bir durum yok kanımca,kimse günde 1 saat fazlaca çalıştı diye sistem kölesi olmuş olmuyor.

Adalet kısmını geçtikten sonra, bugün hemen herkes üniversite okuyabiliyor. Üniversiteler zaten yapıları gereği insanlara fırsatlar sunmakla beraber, gerek bazı devlet kurumları,gerekse esnetilebilen ders saatlerinden mütevellit part-time iş olanağı sayesinde üniversite okumak kişinin kendi elinde kalıyor. Burada geniş bir parantez açmak gerekirse, insanlığın ilk varoluş zamanlarında bile insanlar çalışmak zorundaydı. 24 saatlik bir günün belki yarısından fazlası avcılık ve toplayacılıkla geçiyordu. Kalan süre ise uyumak ve çoğalmak için. İlerleyen dönemlerde de hayatın merkezinde daima iş olmuştur. Roma döneminde yargıçlar günün hangi saatinde olursa olsun önlerine gelen işi çözmek zorundaydı. Senato sorumluluğu gereği  hem kendi üyelerine hem topluma geniş çalışma saatleri yüklüyordu. Mısır döneminde insanlar ortalama 17 saat çalışmak zorundaydı. Hatta biraz düşündüğümüz zaman, o zaman tüccarların yılın büyük bir bölümünü yollarda kervanlarla geçirdiğini hatırlarız. TÜM bunlardan hareketle, çalışmak zaten ilk andan beri bir zorunluluktu. Sonradan ortaya çıkan ve bugün kapitalist sistemin bize dayattığı bir şey değil. Öyle ki komünist sistemde işçiler her gün karın tokluğuna hiç bir ilerleme ve hayat standardında iyileşme motivasyonu olmadan saatlerce çalışıyordu. Yani çalışmak, hayatın zaten kendiliğinde barındırdığı bir şey. Dayatılan ve kölelik olarak düşünülen bir şey değil. Elbette 'DENGE' koşuluyla.
Yani, üniversite döneminde olsa bile, daha iyi bir gelecek motivasyonu ile günde birkaç saat çalışmak kimseyi yine köle yapmaaz. Kölelik, başkasının isteklerini koşulsuz şartsız yerine getirme, irade sahibi dahi olamama durumudur ki, denge unsuru işin içine girdiğinde, insanın aslında parasız kaldığında sistem kölesi olduğunu ortaya koyabiliriz.

Bu bağlamda , esas konumuz olan denge konusuna dönecek olursak, en başta elbette terazinin temel şartı sevdiğin işi yapmak. Bunun yolu da bunun eğitimini almaktan geçer. İnsanın kendisini özgürleştirmesinin en birinci koşulu sevmediği bir işi yapmamasıdır. Sevmediğin bir işte 1 saat dahi çalışacak olmak insanı kısıtlar, gününün kötü geçmesine neden olur . Eğitim konusundaki düşüncelere paralel olarak sevdiğin işte çalışmanın özgürleştirme konusunda ki yapılabilecek en önemli şey olduğuna bir daha vurgu yapıp konuyu detaylandırmak istiyorum.

Evet sevdiğimiz işte çalışıyoruz peki ya ne kadar çalışıyoruz? İnsan doğası gereği dinlenmek, film izlemek, gezmek ,uyumak, kısacası kendisine zaman ayırmak ister. Hatta bunun için çalışıyorum diyenler bile vardır. Kaliteli bir yaşam demek, sevdiğin işi yapıp kendine de zaman ayırabilmek demektir. Aksi takdirde eğer bir haftasonu kaçamağı yapacak vaktiniz dahi olmuyorsa köleleşiyorsunuz demektir belkide. Vakit, kıymettir. İçinde bulunduğumuz şu çağda bana en insancıl gelen çalışma saati günde maksimum 8 saattir. Mümkünse bu 8 saattin belirli kısmı da gün içine yayılabilir şekilde olabilir. Haftasonu ise yılda birkaç istisna hariç kişiye kalmalıdır. Elbette kişinin sevdiği işe istediği kadar fazla yapma hakkı saklıdır, isterse günde 10 saat çalışsın, isteyerek yaptıktan sonra söze ne hacet? Ancak diğer türlü, sosyal hayata vakit kalması için 8 saat idealdir. Yani günde 12 saat , yol harici çalışmak cumartesi günleri ve istisnai de olsa pazarları da çalışmak köleliktir. Kendine vakit ayıramıyorsan, başka şeyler de isteyip gerçekleştirmeye vakit ve enerji bulamıyorsan sadece sistem için çalışırsın, özgürleşemezsin. Bana göre bu işin dengesi budur.

Burası işin basit kısmı. Peki ya maddiyat?  Çalışmayı sevmiyoruz ve sistem köleliği olarak görüyoruz diyelim. Çalışmadığımız zaman elimize para geçmez doğal olarak. Elimize para geçmezse peki, çok özgür bireyler olarak biz , istediğimiz bir yere gidebilir miyiz? Hayır. Haftasonu kaçamağı yapabilir miyiz? Hayır.  İstediğimiz yemeği yiyebilir miyiz? Hayır.
Hadi bunların bazıları lüks ve ihtiyaç duymayacağız istemeyeceğiz diyelim. Yeteri kadar gelirimiz olmadan kendimizi sisteme köle ederiz, başka da bir şey olmaz. Neden mi? Şöyle ki; toplu taşıma kullanmaktan hazzeden var mı içimizde? Saat 2'de evden çıktınız diyelim, o otobüsün saatini beklemek zorundasınız, otobüs gelince çok büyük ihtimalle ayakta gitmek zorundasınız, yazın klimasız kışın kalorifersiz yolculuk etmek zorundasınız, otobüsün in dediği yerde inmek zorundasınız,kalktığı yere kadar gitmek zorundasınız. Otobüsün bittiği saate kadar eve dönmek zorundasınız. Zorundasınız da zorundasınız yani. Bu şekilde, zamanınızı başkaları planlar, neyi kaça kadar yapabileceğinize başkaları kadar verir, başkaları sizin ne kadar yürümek zorunda olduğunuzu tayin eder vs. vs. .. Ancak gelen fırsatları değerlendirerek (eğitim gibi, ticaret gibi) belli bir çalışmayla hatta belki 8 saatten de az bir çalışmayla bir araba sahip olabilirsiniz. Böylece nerden kaçta dönmek zorunda olduğunuzu İETT 'de bir memur uykulu gözlerle rüyasından dönmüş vaziyette  belirlememiş olur.
Çalışmadım köle olmadım derken tam anlamıyla köleleşiverirsiniz böylece. Her bir şey yapmak istediğinizde eliniz cebinize gider, paranız yoksa bir sigara bile alamazsınız, su dahi içemezsiniz, insanların sizin için belirlediği koşullarda, en az maliyetle yaşamaya çalışırsınız.

Oysa diğer durumda, sevilen işte, insancıl bir zaman diliminde çalışırsanız, canınız ister, gece 2 de kahve içmeye sahile gidersiniz, haftasonu tatiline uçakla Antalya'ya gidersiniz,arabanızla evinizin kapısından hareket edip varacağınız yerin kapısının önünde inersiniz, canınız bir şey yemek ister, fiyatını çok dert etmeden yersiniz. Yani siz sisteme hükmetmeye başlarsınız.
Nihayetinde amaç mutlu olmak değil midir? Sevdiğiniz işte çalışıp istediğiniz şeyleri yapabiliyorken mutlu olmaz mısınız?
Herkesin uygar bir toplumdaki orta sınıf düzeyinde yaşama hakkı vardır. Bu yaşam düzeyi, bu ülkede bile bahsettiğim şartlarda mümkün. Nerde neyi niye yapacağının farkına vardıktan sonra, kölelikten uzak bir yaşam sürmek işten bile değil.

Kazanç dengesi ise bir diğer konu. Ben herkesin orta sınıf bir yaşamı hakettiğini söylerken tüm dengeleri de bunun üzerine kuruyorum. Bugün hemen her gelişmiş ve gelişmekte olan toplumda, severek yapılabilecek orta düzey bir gelir elde edilebilecek meslekler mevcut iyi bir eğitimden geçmek koşulu ile.  Bu orta sınıf yaşamdan fazlasını istemek ise elbette insani bir durumdur ancak burada dengeler bozulabilir.

Daha fazlası için, daha fazlası gerekir. İşte o zaman , riskler artar, saatler artar, kaliteli zamanlar azalır, eşyalara sahip olunmaz,  eşyalara ait olunmaya başlar vs..  Elbette 8 saat çalışıp az eforla Villa'larda oturabileceğiniz fırsatlarda sunabilir hayat ancak bu epey istisnai bir durum olduğundan üzerinde durmuyorum.

Denge dediğimiz şey de zaten insancıl yaşam için tutturulması gereken bir orandan ibaret bence. Çalışmak zorunda mıyız ? Evet. Ama sevdiğimiz işte çalışıp bu vakitleri zevk alınan vakitlere dönüştürebiliriz. Kişisel  arzularımız var mı ? Evet. Ama işimizi  uygun seçip erkenden köşeyi dönme gibi 80'lerin yankee döneminden kalma hırslardan uzak olarak bu arzularımızı da gerçekleştirebiliriz.
Gelir zaten olacaktır. Hiç bir iş saati harcamadan da biraz ek gelir sağlayabileceğiniz döviz,faiz,altın,fonlar gibi imkanlarda mevcut. Orta sınıf bir hayatın sizden istediği gelire istediğiniz işte sahip olamıyorsanız bu fırsatlardan yararlanmak ne güne duruyor? Bu durum da dengenin bir parçası, terazinin bir kefesi tam olmamışsa bir tutam daha eklemek.

Epeyce kişisel gelişim yazıları gibi oldu ancak bu denge mevzusu gerçekten çok önemli bir mevzu.

Hayat adaletsiz deyip köşeye çekilip gökten adalet yağmasını bekleyerekte, çalışma hırsına bürünüp ne istediğini unutarakta denge tutturulmuyor. Akıl ve farkındalık işi olan bu olgu, herkesin kendi hayatının ve kişiliğinin şartlarına göre oluşturması gereken bir harmandan ibaret aslında.








15 Temmuz 2014 Salı

Türkiye'de vergiler. Ne kazanıyoruz, ne ödüyoruz? Neye ne kadar ödüyoruz?

Vergiler... Toplum refahını maksimize etme amacıyla, devlet tarafından hissettirilmeden zorla alınan, çoğu zaman farkında dahi olmadığımız giderlerimizdir.

Özellikle insanların önüne sunulan popülist vergi kalemleri , sanki vergiler bunlarla sınırlı imiş gibi bir hava yaratmakta ve insanların neye ne kadar vergi ödediğini, refahını arttırmak için ne kadar refahından vazgeçtiğini sorgulamasını engellemektedir. Herkes sigaradan, benzinden alınan verginin pahalılığının bilincindedir, ancak kimse suya ve ekmeğe ödediği vergiyi düşünmez mesela, sorgulama gereği duymaz.

Bu yazımda ortalama bir memur maaşına sahip Türk vatandaşının ne kadar vergi ödediğini anlatmaya çalışıp eğrisini doğrusunu tartmaya çalışacağım.  Ardından bir kaç farklı senaryo dahilinde tekrar reel rakamlar üzerinden hesaplamalar yapıp aslında ne kadar ödediğimizi sorgulamaya çalışacağım.

Her vatandaşın ödemekle yükümlü olduğu  en temel vergi  gelir vergisidir. Aylık geliriniz ne kadar olursa olsun gelir vergisi ödemek zorundasınızdır.
Türkiye'de gelir vergisi şu şekilde:

1.000 TL'ye kadar
% 15
27.000 TL'nin 11.000 TL'si için 1.650 TL, fazlası
% 20
60.000 TL'nin 27.000 TL'si için 4.850 TL, (ücret gelirlerinde 97.000 TL'nin
27.000 TL'si için 4.850 TL), fazlası
% 27
60.000 TL'den fazlasının 60.000 TL'si için 13.760 TL, (ücret gelirlerinde
97.000 TL'den fazlasının 97.000 TL'si için 23.750 TL), fazlası
% 35

oranında vergilendirilir.

Kaynak :  http://www.gib.gov.tr/index.php?id=1431


Türkiye'de ortalama bir memur 2.500 lira maaş almaktadır.  Yani yıllık geliri 30.000 lira civarındadır.
Gelir vergisi açısından 30.000 lirayı incelediğimiz zaman bu memur bu paranın vergisini şu şekilde ödemektedir:

11 Bin Tl'lik kısmı 1.650 Tl zaten ödeyecektir. 1.650 Tl ödendi. kalan 19 bin Tl'lik kısmında %20'sini vergi olarak ödemek zorundadır. bu miktarda 3.800 lira etmektedir. Yani bir memur yıllık kazandığı 30.000 Tl'nin 5.450 lirasını sırf gelir vergisi olarak devlete geri ödemektedir.

30.000 lira kazandı, 5.450 lirasını daha eline bile alamadan gelir vergisi olarak devlete ödedi. Geriye kabaca 24.500 lirası kaldı.

Bu memur aylık market alışverişi yaparken, su-ekmek-un gibi temel gıdalara %8 kdv ödeyecek, ve bir kaç gıda hariç  hemen her ürüne %18 ÖTV ödeyecektir.

ÖTV'ye tabi olmayan mallardan (temel gıdalar ve su) her ay 200 liralık alışveriş  yaptığı durumda, bu malların yarısından fazlasına %18- yarısından azına %8 KDV oranı uygulandığından, ortalama %12 den hesapladığımızda, her ay 24 Tl, 12 ay sonunda 288 Tl KDV ödemiş olacaktır.

ÖTV'ye tabi olan şekerleme-gazlı içecekler-bazı meşrubat türleri -temizlik ürünleri ve hazır yiyecek çeşitleri bölümünden de 150 liralık alışveriş yaptığında her ay, önce %18 KDV ödeyecek, ardından vergilenmiş fiyatın üzerinden verginin de vergisini ödeyerek %18 ÖTV ödeyecektir. Yani 150 liranın %39'u vergi olarak ödenecektir.Her ay 60 lira, 12 ayda 720 lira olmak üzere.

Bu memurumuz yıllık ortalama500 liralık giyim alışverişi yapacaktır. Ailedeki fert sayısına bağlı olmak üzere rakam yükselebilir, minimum tutup en iyi senaryoyu ele almayı çalıştığımdan oraya girmiyorum, giyimde KDV oranı %18'dir, Buna ek olarak yine verginin vergisi olmak üzere %18 'de ÖTV eklenir . Yani 500 Tl'nin 200 lirası da vergi olarak devlete geri ödenir.

Gelelim faturalara, elektrik faturasında faturada göründüğü kadarıyla %18 vergi vardır, görünen kısım tüm faturalarda aynı olmakla beraber, devletin dağıtıcı şirketten aldığı kurumlar vergilerini şirketlerin bizlere fiyat olarak yansıtması, şirketlerin devlete ödediği diğer payları da tüketiciye direk olarak yansıtması sonucu ortalama bir faturanın en az yarısı devlete vergi olarak ödenmektedir. Doğalgazın  birim fiyatı 18$ iken tüketiciye 90$ 'dan satılmakta, bununda üzerine %18 vergi alınmaktadır. Ama en iyi senaryoyu ele aldığımız için durumu %50 olarak varsayacağız.
Ancak kafalarda soru işaretleri kalmaması için dağıtım şirketlerinin ödediği vergilerle ilgili olarak çeşitli haberlere buradan bakabilirsiniz :

http://www.bil5.com/e-devlethukuk/il-il-dogalgaz-dagitim-sirketleri.html

http://www.firataksa.com/bpi.asp?cid=2913

Şimdi gelelim fatura hesabımıza, kış dönemi 5 ayda en az 200 liradan 1000 lira doğalgaz faturası ödenir.
500 lira buradan vergi.

Su telefon ve elektrik kalemleri de her ay en iyi ihtimalle toplamda 150lira tutacaktır.1.800 liranın 900 lirası yine vergiye gitti yani.

İnternet ve cep telefonları ise yine ÖİV gibi ek vergilere sahip olduğundan bunlarında toplam vergisi %50 civarında olmaktadır, detayına  girdiğimizde oran %70'lere kadar varmaktadır ancak burada detaya girmeyecek, anlaşılması en kolay olacak biçimde yazmaya çalışacağım, merak edenler şirketlerin vergileri tüketiciye yansıtma konusu ve dolaylı vergiler başlıklı olarak araştırma yapabilirler.
Konuya döndüğümüzde, bu iki gider kalemi aylık en iyi ihtimal 100 liradan 1.200 lira yapar, yarısı vergi 600 lira .

Faturaları da hallettikten sonra herkesin diline pelesenk olmuş iki kaleme gelelim, akaryakıt ve  tütün ürünleri.

Türkiye'de ortalama bir araç sahibi aylık ortalama 200 liralık yakıt almaktadır. Yakıtta zaten Dünya birincisi fiyatlara sahip olmamızdan belli olduğu üzere bu 200 liranın %70'i vergidir. Yani 140 lira her ay vergiye ödenmektedir. Yani memurumuz bir yılda 1.680 lira her yıl akaryakıt vergisi ödemektedir.

Tütün ürünlerininde aynı şekilde %70 oranında vergiye tabi olduğunu düşündüğümüzde,  aylık en iyi ihtimalle 150 liralık tütün ürünü harcamasının  105 lirası vergi olarak karşımıza çıkacaktır. Yani yıllık yaklaşık 1.250 Tl.

Araç sahibi bir kişi, 1.6 motorlu sıradan bir araç ilk 3 yıl 827 Tl vergi ödemekte, 3 yıldan sonra bu miktar 600 lira civarına düşmektedir. Biz 700 lira ortalama alalım, yani her yıl 700 lira MTV olarak ödenmektedir.

Ne ödediğimizi tam olarak irdelemek istediğimden sosyal hayat masraflarını da göz önünde bulunduracağım. Her ay ortalama 150 lira (minimum) sosyal hayat için harcama yapılmaktadır. Eğlence sektörü ÖTV+KDV rejimine muhattap olduğundan vergi oranı yine %40'lara dayanmaktadır. Yani her ay 60 lira sosyal hayat için vergi ödenmekte olup yılda 720  yapmaktadır.

Yılda bir kez tatil yapan bu memurumuz tatili için minimum 500 lira ödese, yine ÖTV+KDV'ye mahkum olduğundan bu miktarın 200 lirası vergi olarak  ödenecektir.

Teknoloji harcamaları günümüzde önemli bir yer tutmakta olup ciddi vergilendirmeye tabidirler.Standart bir cep telefonu en başta 100 liralık maktu vergiye tabiidir. Ardından %18 KDV'lendikten sonra bunun üzerine %25 oranında ÖTV'lenir. Yani 1.000 liralık bir cep telefonun 500 lirası vergi olarak ödenmektedir.

Bugün bir memur yıllık ortalama 750 lira civarında teknoloji harcaması yapmaktadır. Aile ferdi sayısına bağlı olarak  rakam yükselebilir. Yani yıllık 375 lira gibi bir rakam vergi olarak ödenmektedir.

Elbette en son kalem sağlık harcamaları. Ülkemizde ki SGK sistemine bağlı olarak her sigortalı aylık maalesef ortalama (aslında minimum olarak yazıyorum) 350 Tl ödemekte.  Bunun 150 Tl'si sağlık harcamaları için alınıyor.Yani sağlık harcamaları için her ay SGK primi adı altında 150 Tl ödeniyor farketmeksizin.

Aylık 150' Tl'den yıllık 1.800 lira da buraya gidiyor yani.

Şimdi gelelim başlangıçta brüt 2.500 lira alan, yıllık 30.000 lira gelire sahip olan memurumuzun yıl sonunda devlete ne kadar ödediğine ve elinde kalan miktara:

En başta Gelir vergisi ödedi : 5.450 lira,
Kalan: 24.550
Gıda vb. market harcamaları için 1.000 lira
Kalan 23.450
Giyim için 200 lira
Kalan 23.250 lira
Tüm faturalar için  3.000 lira
Kalan 20.250 lira
Yakıt için 1.680 lira
Kalan: 18.570 lira
MTV için 700 lira
Kalan:17.870 lira
Sosyal hayat için 720 lira
Kalan: 17.150 lira
Tatil için 200 lira
Kalan:16.950 lira
Teknoloji giderleri için 375 lira
Kalan: 16.575 lira
Sağlık için 1.800 lira
Kalan: 14.775 lira

30.000 lira ile yola çıktık, bir yıl içinde devlete ödediğimiz parayı minimum varsayımlarla ele aldık ve işte sonuç :

30.000 brüt gelir, elde kalan miktar 14.775 lira ,devlete bir yılda ödenen miktar: 15.225 lira.


Rakam ortada. Şimdi sıradan bir vatandaşım ödediği bu vergiler dolayısı ile;
- Çocuğunu güzel bir okulda okutmak istemesi,
-Kaliteli sağlık hizmeti görmeyi beklemesi,
-Çukursuz ve düzgün yollar istemesi,
-Kaliteli ulaşım istemesi,
-Gıda vb. ürünler için yeterli denetim ve kalite beklemesi,
-İyi bir çevre istemesi (Bu arada bunun çöp vergisi ayrı, ancak hane sahiplerine özgü olduğundan yazmadım)
-Sosyal haklarını talep etmesi
-Temiz bir hava solumak istemesi

Hak değil midir?

Bu durumu irdeledikten sonra kısaca bir de şirket sahibi ortalama bir vatandaşın haline bakalım :

Bu vatandaşın aylık geliri 5.000 Lira, yıllık geliri 60.000 lira olsun,
Gelir vergisi 27 Bin lira için 4.850 Tl, kalan 43 Bin lira için %27 üzerinden hesaplanınca; 11.600 lira, toplam 16.450 gelir vergisi ödeyecektir.

Bu şirket için 2 ortak olduğunu varsayalım, şirketin yıllık geliri 150.000 lira ise, %20 kurumlar vergisi ise 30 Bin tl, yani adam başı 15 Bin Tl kurumlar vergisi ödenecektir.
Ek olarak bu 150 Bin liralık kar paylaşılırken yine %10 bir ek vergi ödenecek, adam başı 7.500 lira vergi ödenmiş olacaktır.

%20'lik oran için kaynak : http://www.vergidegundem.com/99

(Diğer kalemlerde www.gib.gov.tr adresinde mevcut, kontrol edebilirsiniz)

Yani başlangıçta 60.000 lira gelir sahibi olarak ele aldığımız kişinin şirket karları paylaştırılmadan önce aslında 83.500 lira geliri olacaktır. Yukarıda bahsedilen vergiler ödendiğinde 60.000 lirası kalacak ve bu miktar gelir vergisi olarak vergilendirilmeye tabi tutulacaktır.

Diğer kalemler memurun ödeyeceği tutarla aynı kabul edildiğinde, şirketin karları pay edilmeden önce 83.500 lira gelir sahibi bir kişi ;

İlk olarak 23.500 lira şirketin vergisi olarak ödeyecek ve geliri 83.500'den 60.000 Liraya düşecektir.

Bu 60 Bin lira üzerinden , 16.450 lira gelir vergisi ödeyecek ve
Kalan: 43.550 lira olacaktır.

Bu miktar üzerinden memur hakkında yaptığımız hesaplamalar sonucu ulaştığımız rakamı uyguladığımızda gelir vergisi harici ; 9.600 lira ödeyecek ve
Kalan: 33.950 lira olacaktır.

En başta şirket sahibinin net geliri :
83.500 lira
Şirket karından ödediği vergi :
23.500 lira
Kalan 60.000 lira,
Diğer hesaplanan vergiler sonucu ;
Kalan: 33.950 lira.

Yani en nihayetinde bu kişi 83.500 -33.950 = 49..550 lira vergi ödeyecektir.



Bu mükelleflerin hakkı değil midir tertemiz çevre, kaliteli okullar, kaliteli sağlık hizmeti, kendilerine sağlanacak sosyal imkanlar ,temiz ve düzgün ulaşım, sosyal haklar ?

Son olarak yine çok bilinen otomobil vergisine değinip bitireyim.

Ülkeye giirş fiyatı vergisiz olarak 20.000 lira olan basit bir 1.6 motorlu  aracı ele alalım:

Bu araç ilk olarak %40 oranında ÖTV'ye tabi tutulacaktır : 20 Bin Tl'ye %40 eklediğimizde:
Aracın fiyatı 28 Bin Tl'ye çıkmaktadır.

Bunun ardından yine verginin vergisi alınıp bu miktar üzerinden %18 olmak üzere KDV alınacaktır. KDV alındığında aracın fiyatı :
33.500 TL olacaktır, ilk araç alımında ödenen Trafik tescil masrafları da 1.000 lira civarı olup eklendiğinde 34. 500 lira olarak aracın net fiyatı karşımıza çıkmaktadır.

Başlangıçta 20.000 Tl olan bir araç, ülkeye girer girmez uygulanan vergilerle birden 34.500 liraya çıkmaktadır. Bu durumun alım gücünü ne kadar etkilediği ortadadır.

Peki bu durum biraz daha orta halli bir araç almak istediğinizde nasıl olmaktadır? 2.0 Motorlu güzel bir araç almak istediğinizde ise , bu aracın net fiyatı 40.000 lira ise,

Bu sefer motor hacminden dolayı  %80 ÖTV ile, 72 Bin liraya, bu rakam üzerinden %18 KDV ile 86 Bin liraya çıkmaktadır.

Yani bu durumda bir araç kendinize, bir araç devlete almış olup, bir miktar daha devlete bağış yapmış olursunuz.

Lüks bir araç mı istediniz? Motor hacmi 2.0'dan yukarı , ülkeye giriş fiyatı 100.000 olan bir araç düşünün,

Motor hacminden dolayı bu sefer %130 ÖTV ödersiniz, yani araç 230.000 liraya çıkar, %18 KDV'yi de ödediğinizde araç size 275 Bin Tl'ye gelir. Yani bir araç kendinize, neredeyse 2 araç devlete almış olursunuz .  Son iki araçta plaka ve tescil masrafları devede kulak kaldığından göz önüne almadım.

Evet, durum ortada, bu noktadan sonra hangi hizmeti hak ediyoruz, ödediğimizin karşılığını ne kadar alıyoruz bunları düşünmek herkesin kendi tekelinde elbette, ancak ortada fahiş bir vergilendirme sistemi olduğu aşikar, sorgulamak, sorgulatmak ve değiştirmek ise bizim elimizde..





















9 Haziran 2014 Pazartesi

Yeni faşistlik ve arzu edilen üniter yapı üzerine, 'bölünmek' çare değil, problem.

Faşist sayısında ki ciddi artış sizinde dikkatinizi çekmedi mi?
Evet evet, hani şu Türkiye bölünmemelidir diyen, askere yolladığı oğluna kına yakan , tek devlet diye ısrar eden pis faşistlerden bahsettiğimi sanacaktınız siz de. Ama maalesef.
Açık açık kürt milliyetçiliği yaptığı halde bunu solculuk kılıfına sokan, devletin çağırdığı mecburi askerlik görevini yapan masum 20 yaşında ki gençleri 'Faşist TC askeri huoaaaaağğğğ gebeeğğrr!' diye pusu kuranları özgürlük savaşçısı gören, halkların kardeşliği diye etrafta dolanıp bu kardeşlik için ayrı devleti şart gören pislik insanlardan bahsediyorum.

Ağır mı oldu? Hayır.

Lice'de katliam varmış duydunuz mu? 3 kişi pislik TC tarafından katledilmiş. Bu 3 kişi bayrak indiren, hepimizin vergileriyle yapılan halka açık yolu kapatan, ısrarla askere ateş açan gruptan değil mi? Taş veya sopadan bahsetmiyorum, gerçek mermiyle askere ateş açtılar. Bir çok asker ağır yaralı. Gerçek mermiye gerçek mermi, meşru müdafaadır en basit haliyle, hele ki saldırı toprak kazanmak için yapılıyorsa, kusura bakmayınız.

Bilindiği üzere ortada bir sorun var. 76 milyon insan aynı toprak parçası üzerinde yaşıyor.Bir çok ırk bu toprak parçası üzerinde varlığını devam ettiriyor, asırlardır.

Madem ülkemizin doğu tarafında Kürt kökenli insanlar çoğunlukta, elbette burada bu insanlara yönelik özel düzenlemelerin yapılması gerekir. Ancak bu durum ne özerklik gerektirir, ne de daha da komik bir şekilde savunulduğu gibi ayrı bir devletçik.
Kısaca ilk aklı geldiği şekliyle çözümleri irdelersek:

Bu bölgedeki okullarda Türkçe dersi ders saati olarak normale göre fazla verilmeli ki dil sorunu kısmen çözülebilsin, hala toplum içerisinde Türkçe konuşamayan insanlar var,bu engeli kaldırmak gerek. (faşist oldum vah vah) . Ancak, Türkçe sorununu hallettikten sonra, bazı derslerin Kürtçe verilmesinde , seçmeli Kürtçe dersinin verilmesinde hiç bir sakınca yok . Misal olarak Din dersleri , İngilizce derslerinin bazı kısımları, Kürtçe verilebilir. Ancak Kürtçe'nin çok öncelikli ve kapsamlı olarak öğretilmesinde ısrarcı olmaya gerek yok, dünyanın her yerinde konuşulan bir dil olmadığı gibi, İngilizce gibi bir yabancı dil öğretip kalifiye insan yetiştirip bölge insanın eğitim sorununu çözmeye çalışmak daha yerinde olur. Elbette seçmeli Kürtçe edebiyat gibi derslerde olabilir.

Böylelikle hem bölge insanı kendini asimile ediliyor hissetmez, hemde Türkçe bilmeme sorunu ortadan kalkmış olur.

Bir diğer husus günlük hayat üzerine, örneğin tabelalar. Açılım adı altında sadece Kürtçe tabelalar konuldu. Maalesef bu faşistliktir. Bencilliğin daniskasıdır. Ben Kürtçe bilmiyorum, ne eğitim aldım ne başka bir şey. Oraya gittiğim zaman o tabelaları okumam imkansız. Onun yerine hem Kürtçe hem Türkçe tabelalar hazırlanabilir. Bu şekilde dünyanın bir çok yerinde uygulama mevcut. Örneğin Kosova:

ABD nüfusunun ne kadarı ABD'li? Neredeyse hiç. Latin, Asyalı, Afrikalı bilimum insan orada yaşıyor. Ve uluslararası arenada hepsi ABD'li olduğunu kabul ediyor, ek olarak ırkını belirtiyor. Yani bir yerin vatandaşı olmak, sizi ırkınızdan koparmaz. Dolayısıyla Kürt ırkına mensup insanlar Türkiye vatandaşı olmakla bir şey kaybetmez, asimile olmaz.  Her ırk ayrı devlet kursaydı, Dünya'da binlerce devlet olurdu. Irklara parçalanmak ülkeyi dünya sahnesinde güçsüz duruma düşürür, hem kopan hem koparılan zararlı çıkar. Zaten küresel güçlerin yegane hedefi küçük küçük devletler oluşturup tek merkezden yönetmekten ibarettir. Uluslararası planlamacılar içinde bulunduğumuz yüzyılın sonunda 1100 devlet öngörmektedir ki bu planın uygulamaya konulduğunu Libya'dan,Irak'tan açık seçik görebilirsiniz, 2 devletten 6-7 devlet oluştu neredeyse, aynı şey Suriye'ye yapılmaya çalışılıyor, Ukrayna'ya yapılmaya çalışılıyor, Türkiye'ye uygulanıyor , ama Türkiye iç savaş yoluyla değil, belli azınlıkların kışkırtılıp bir bölgede egemenlik hakkı istemesi şeklinde bölünmeye çalışılıyor.

Açlık oyunlarını izlediniz mi? Veya 1984'ü okudunuz mu?

Yani ayrı veya özerk bir devleti savunmak, savunanların sandığının aksine küresel kapitallerin çıkarına bir durumdur. Çarkların dönmesini sağlamaktadır. Bu yazıyı üniter yapının nasıl korunması gerektiğine ayırdığımdan bu konunun detaylarına başka bir yazıda gireceğim.

Türkiye'de yaşayan herkes Türk olmak zorunda değil. Türk bir ırkı simgeler. Dolayısıyla Türk ibaresi Anayasa gibi umumu ilgilendiren olgularda kullanılmamalıdır. Elbette ki her ırk tek tek sayılacak değildir. Zannediyorum vatandaş kavramı, bu durumun perhizidir. Ama gidipte herkese Türkiye'li deme saçmalığına da katılmıyorum. Türk olan Türktür, faşistlik adı altına alıp asimile etmeye gerek yok. Anayasamızda askeri zihniyetin eseri olarak kullanılmış bazı kelimelerin çıkarılması faydalı olabilir. Şunu kastediyorum, memur olmak için Türk olma şartı aranmakta, burada bunun yerine vatandaş kelimesi kullanıldığında hiç kimse ötekileştirilmiş olmaz.

Türk vatandaşı kavramını ise bir kalıp olarak görüyorum, Türkiye'ye vatandaşlığın bağıyla bağlı herkes Türk vatandaşıdır şeklinde bir tanımdan sonra kullanılmasında hiç bir sakınca yok.

Yani ırksal saçmalamalara girip Kürtlüğümüzü yaşayamıyoruz demeye gerek yok, çözümler açık ve net.

Bölge'ye yapılan yardımları baltalayıcı eylemlerde bulunanlara çok sert yaptırımlar getirilebilir. Örneğin özel cezalar öngörülebilir, zor işlerde devlet eliyle çalıştırılma gibi. Hem caydırıcı olur, hem de idam gibi çağdışı olmaz. İnsan haklarına aykırı da değil, en temel maksat caydırıcılık, ayrıca iradi bir olay, kimse sana bölge insanını mağdur et demedi, yaparsan cezanı çekersin şeklinde.

Gap tarzı kalkınma planlarıyla Doğu cazibe merkezi haline getirilmeli ve hem büyük şehirlerde ki yoğunluğu azaltmak hem de bölgeyi kalkındırmak amacıyla şehirlerde kötü koşullarda yaşayan vatandaşlar geri dönmeye teşvik edilip güzel koşullar sağlanabilir. Bu şekilde ekonomik sorunlarda yol alınabilir.
İlgilenenler için Gap projesiyle ilgili bilgiler :

 http://www.gap.gov.tr/gap-eylem-plani/guneydogu-anadolu-projesi-eylem-plani/amac-ve-hedefler

Kürtçe TV'lerin olması kötü bir şey değil, elbette halen mevcut olan Türkçe bilmeyen Kürtler açısından yararlı ve de bir kültürün korunması açısından. Bu tarz butik bir kanalın varlığı faydalı olacaktır. Ancak içerik olarak daha kültürel şeylere yönelmeli, örneğim kimi zaman ulusal çapta izlenebilmesi için Türkçe olarak Kürt kültürünü yemeklerini vs. tanıtan programlar sunulabilir. Bu şekilde hem kültüre değer verilmiş olur, hem de kanal sadece bir ırka özel kurulmuş olmaktan çıkar.

Askerlikle ilgili ise zihniyet değişimi şart. Açıkçası komple herkesi kapsayan bir vicdani red gelmesini destekliyorum. Ancak askere alınan Kürtler içinde orada kendilerine yapılan kötü muamele sona ermeli. Bazı komutanlar bu konuda inanılmaz katı ve bu durum Kürt milliyetçiliğini körüklüyor. Orduya düşman bir Kürt halkı olmamalı, Kürt askerlere kendi dilleri yasaklanmamalı, bilhassa karşılıklı etkileşim olacak şekilde dersler düzenlenebilir, herkes kendi kültürünü tanıtır vs. Bir okul mantığında yani. Askerlikte bu şekilde daha az zaman kaybı haline gelmiş olur. Ordunun bizzat Doğu halkına yardım etmesi de halk-ordu barışıklığı açısından sık sık uygulanması gereken bir olay.

Bu arada bir dipnot olarak Öcalan bahsine değineyim, tüm bu bahsettiğim düzenlemelerle kendisinin uzaktan yakından alakası olmamalı, görüşleri alınmamalı. Öcalan bir katildir, hem Kürt halkına hem Türkiye Devleti'ne sayısız zarar vermiştir ve kişisel muafiyetlerden yararlandırılmas adaleti sarsar, hakkaniyetli olmaz . Suç işleyen cezasını çeker, neyin sembolü olarak görülürse görülsün.


Yani, çözümler bir dolu ve bunları aşağı yukarı az buçuk bir şeyler okuyan herkes düşünebilir, düşünmüştür. Ancak benim en çok önemsediğim etnik kimlik uğruna vatandaşlıktan vazgeçmenin meşru gösterilmesi. Kürt bir vatandaş Türk  milli takımlarında Türk bayrağını taşıyabilir, onun ekmeğini suyunu içtiği ülke Türkiye'dir ve o ülkenin bayrağı odur çünkü. Bu durum Kürt olmasıan engel değildir. ABD' örneğinde söylediğim gibi. Bir çok örnekte olduğu gibi. Türkiye''ye vatandaşlık bağıyla bağlıdır ve bu yüzden Türkiye adına yarışabilir, uluslarası arenada Türkiye'nin menfaatlerini savunabilir, çünkü oranın vatandaşıdır, ırkı ne olursa olsun.

Sözün özü, kanımca yapılması gerekenler bunlardır. Elbette bir çok detay eklenebilir, ancak çözüm süreci, bayrak indirerek değil, bayrak altında birleşerek yapılmalıdır. Önümüze sunulan süreç safsatası , Batı'nın dayatmasından başka bir şey değildir. Biliyorsunuz BOP diye bir şey var. Ve uygulanıyor. Bir süreç olacaksa yukarıda bahsettiğim dönüşümleri , revizyonları içermeli, kimse yol kesmemeli KENDİ askerini öldürmemeli.
Suçlular cezasını çekmeli, öldürdüğü insanların vebalini, hücresinde çürüyerek geçirmeli.










7 Nisan 2014 Pazartesi

'Mini popüler' kavramı ve Cumhurbaşkanlığı dahil çeşitli konulardan değerlendirilmesi

Popüler demek genele hitabe eden,  toplumun çoğu kesimi tarafından benimsenmiş, hakim olan demektir.
Popüler olan, daha çok olan demektir, -ki nicellik niteliği götürdüğünden çoğunlukla nitelikli bir popülerlik durumuyla karşılaşılmaz.

Ben mini popüler terimini kullanmak istiyorum ki daha önce rastladığım bir kavram değil, örneğin sadece gençler arasında İnci Sözlük gibi platformların popülerliği, İnci Sözlüğü genel anlamda popüler yapmaz, sadece belirli yaş grupları arasında popüler olduğu için mini popüler demek daha mantıklı olur.

Örneğin AK Parti bugün ciddi manada popülerdir, Şafak Tanrıverdi ise mini popülerdir.

İşte bu mini popüler olma durumunu fazlasıyla sakıncalı buluyorum. Nitekim bu kavram, hem 'mini'olması dolayısıyla kapılıp gitmenin daha kolay olduğu, farklı hissetmenin ve alt benliği gerçekleştirmenin daha çekici bir yolu olarak karşımıza çıkan FAKAT popüler ekinin getirdiği vasıfsızlığı ve ayrıntısız düşünmeyi de barındırmakta olan bir kavramdır.

Şöyle ki, anın rehavetine kapılıp Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde asker aday gösterelim diyen sözde aydınlarımızın sayısı az değil. Çoğu yerde Engin Alan, İlker Başbuğ,Osman Pamukoğlu gibi isimlerin adı Cumhurbaşkanlığı seçimi için anılıyor. Erdoğan olmasın, Başbuğ'u çıkartalım karşısına o aday olsun tarzında söylemlerde işte bu mini popüleritenin getirdiği aklı selimden uzak yorumlardır.

Bir defa asker adam, demokratik adam değildir. Çoğulcu olması beklenemez,  çoğunlukçudur. İçerisinde yetiştiği asker kültürü daha kendi içersinde bile tek tip, emir komuta zincirine tabi,  insani olmayan yaptırımlara tabi, cebir ve şiddete dayalı , çok seslilikten tezat şekilde uzak bir kültürdür.
Asker , bu sistemde yoğrulmuş mayasıyla Cumhurbaşkanlığı yapamaz, yapmamalıdır.
Bunları göz önüne alarak, mini popüler yaklaşımların cazibesine kapılmamalı,  detaylı düşünme eylemi gerçekleştirilmelidir.


Bu bağlamda düşülen bir başka hata, mini popülaritenin cazibesine kapılıp onu olgusallaştırıp tek doğru haline getirmektir. Örneğin, Evrim teorisi bağlamında Darwin inancına sahip kişiler , karşılarında ilahi dinlerden bir tanesine inanan bir kişi gördüğünde üstünlük kompleksine girer, karşısındakinin düşünemediğini düşündüğünü düşünmektedir, onun bilmediğini bilmekte ve onun varamadığı sonuçlara vardığına inanmakta, dolayısıyla karşısında ki kulaktan dolma 2 bilgi ile gelen bir Müslüman da olsa, araştırmış okumuş mantığını kurmuş inançlı birisi de olsa ikisini de hor görür, alt benliğin emirlerine uyar, tek olduğunu düşünme yanılgısına düşer ve bu yanılgıya düşen yığınlar arasında kaybolur, bunu fark etmediği müddetçe de savunduğu hipotezi daha şiddetli savunur, çünkü alt benlik , kendini gerçekleştir, sen farklısın diye emretmektedir.

Yine aynı şekilde, bu konuda mini sınıfına dahil olan kimseler bunun bir ayrıcalık olduğunu düşünmektedir. Ancak popülere kapılanla miniye kapılan arasında pekte bir fark yoktur, çünkü ikisi de gelişime kapalı kıt düşünülmüş ve farklılıktan uzaktır.  Örneğin CHP seçmeni kendini daha seçkin addeder AKP'ye göre ve kendi partisini hunharca savunan bağnazları da çoğunluktadır.  Bu insanlar şöyle farklı değildir;  A kişisi tutucu bir ortamda yetişmiş ve o ortamda kabul görmek için AKP'yi benimsemiş,  C kişisi, tutucu olmayan bir ortamda Kemalizm egemen bir ortamda doğmuş ve o ortamda kabul görmek için CHP'yi benimsemiş. Bu iki kişi de az düşünüp çok konuşmuş, yeri geldiğinde 3 maymunu kendilerine karşı oynamış ve başarılı olmuş kişilerdir. Dolayısıyla burada popüler ile mini popüler arasında nitelik farkı olmadığı ortadadır. Tenzih edilmesi gereken kitle ise, hangi tarafı benimserse benimsesin, bunu sorgulamış, mantığını kurmuş, yeterince araştırma yapmış, neden  TKP'ye oy verdiğini bilmenin yanında LPD'ye nedem oy vermediğini de bilen kişidir, parti isimleri AKP-CHP-MHP diye değişebilir.

Nefs en büyük yalancıdır, ve kendini gerçekleştirmek için, mutlu olmak için mini popüler olanı tek, 'individiual' gibi gösterebilir. Kişi buna kendisini rahatlıkla inandırabilir. Şöyle mizahı bir analizle bitireyim :

Burada alttan 1 ve 2 popüler, 3 mini popüler, 4 yarı farkındalar, 5 ise bilinçliler olarak nitelendirilebilir.

Böyle sınıflandırmalarda kendinizi direk Malcolm X'in olduğu yerlerde görüyorsanız en altın bir veya 2 üstünde olmanız kuvvetle ihtimaldir.

Dipnot olarak; Cumhurbaşkanlığından söz ettik, Cumhurbaşkanlığı devletin baş makamıdır, aktif yetkileri kısıtlı olsa dahi, kamuoyu oluşturmak ve yasamayı hakkaniyete teşvik açısından ciddi görevleri vardır.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı , objektif olmayı bilen insanın işi olmalıdır.
İster gülün, ister geçin, benim önerim takip edebildiğim kadarıyla objektif olan, İlber Ortaylı hocadır, ne dersiniz?

Dipnot 2, kendi içinde kısmen çelişen bir yazıdır, çelişkiyi fark eden kendisine küçük bir sürpriz yapabilir.











28 Mart 2014 Cuma

Vatan elden gidiyor kaçıın! (1990's, anonim) (dün,bugün, yarın)

Bilmem duydunuz mu, vatana ihanet gerçekleştirilip çok gizli görüşmeler kamuoyuna sunulmuş ve bundan dolayı ulusal güvenliğimiz tehlikeye düşmüş. Tabii ki duydunuz, zira matematiksel olarak hesaplandığından zap yaparken bu haberlerden birine denk gelmeme olasılığınız yok.

Aihm kararlarından birisi der ki; Eğer hukuksuz da olsa yapılan ses kaydının açıklanmasında üstün kamu yararı varsa, kaydın kamuoyuna sunulması suç oluşturmaz.

Hukuk ve muhakeme her ne kadar bize uzak kavramlar olsa da, Dünya'da böyle bir işleyişin olduğunu da bilmek gerekir diye düşündüm.

Vatana ihanet, acaba çok gizli denilen görüşmeleri kamuoyu yararına servis etmek midir?
Yoksa:

- 28 askeri bilerek savaş çıkartmak uğruna şehit etmeyi düşünmek mi? (kendi Türk askerlerimizi)

-Sınıra adam gönderip kendi ülkeni bombalamayı düşünmek mi?

-Yüzsüz bir biçimde , güvenliğimiz ihlal edildi diye TÜRKİYE'DE Youtube'u kapatıp , Dünya'nın diğer yerlerinde bu konuşmalara ulaşılabileceği gerçeğinin söylenmemesi mi? Yani bu kayıtlar vatanın güvenliğini tehdit ediyor diye Türk vatandaşlarına yasaklanıyor, ancak İngiliz,İsrailli,ABD'li, Fransız, Yunan vs. bu kayıtlara sorunsuzca ulaşabiliyor, mantık nerede?

Yoksa vatana ihanet, Reyhanlı'da 52 vatandaşının ölümüne sebebiyet vermek midir? Olay günü ne hikmetse oradaki hiçbir mobese kamerasının çalışmaması mıdır?

Askeri vesayeti bitirip askere vesayet kurmak mıdır?

Kayıtlar montaj deyip en basit yoldan bile ispatlamamak mıdır?
Kimse kendisini kandırmasın, Bilal-Recep görüşmeleri montaj olsaydı, RTE ilk etapta Tib'den o saatte o görüşmelerin yapılmadığına ilişkin raporu alırdı, aldı mı ? Hayır. Çünkü o görüşmeler yapıldı. Ayrıca,eğer kayıtlar montaj olsaydı, civarda ki mobese kameralarından bakın benim evime kimse gelmiyor, kayıtlarda ki olaylar gerçekleşmiyor denmez miydi? Dendi mi? Hayır.

Acaba vatana ihanet, kendi ülkende 10 milyonlarca insan açlık sınırının dahi altında yaşarken, Suriye'ye milyarlarca dolar tutarında silah yardımı yapmak olabilir mi?

Veya,

okulsuz köyler, hastahanesiz beldeler dururken, müsrifçe havaalanı yapmaya kalkmak mıdır?

Kendi gözümle gördüm, Sabiha Gökçen Havalanı çeyrek kapasiteyle çalışıyor. Tam kapasiteye ulaşması durumunda genişlemesi için ağaç kesilmesi gerekmiyor. Peki neden 3. havaalanında diretiliyor?
Bu arada, Sabiha Gökçen havalimanına giden bir tek metro bile olmadığını biliyor muydunuz?

Vatana ihanet acaba, 29 yaşında bir İran'lı için TÜRKİYE CUMHURİYETİ BAŞBAKANI'nın, kefil olması olabilir mi?

En şerefli Genelkurmay paşalarından bir tanesini hapse tıkıp, sonra çıktığına sevindim demek olabilir mi ya da?

Kimsenin derdi Erdoğanla, Akp ile veya onunla bununla değil. Eğer bu hukuksuzluklar yaşanmasaydı, eğer ülke yönetilmesi gerektiği gibi yönetilseydi, eğer ki hakkaniyet ve hukuk katledilmeseydi,bir kaç bin Cumhuriyetçi 70 yaşına basmış teyze haricinde kimsenin Erdoğan'la bu kadar derdi olmazdı.
Sorun kişiler, kurumlar değil. Sorun yapılanlar, olgular, mantık kuralları, olması gerekenler.

İnsanların gözlerinin içine baka baka kandırmak. Anayasal haklarını kullanan insanları terörist ilan edip ülkenin doğusunda terör devleti kuranlarla pazarlık masasına oturmak.

Bir savaş düşünün, A ve B tarafları arasında, sürekli A ve B 'den birileri ölüyor, Ama A , savaştan çekiliyor, B'ye tamam istediğini al diyor. O saatten sonra B neden A'ya zarar versin?
Doğuda zuhur eden durum işte budur. PKK-Türkiye mücadelesinde , PKK'ya tamam isteklerini kabul ediyoruz denmiştir. Dolayısıyla silahların kısmen susması normaldir. 30 Marttan sonra oraları karışır, umarım çok kan dökülmez.

Son olarak, bakınız Anayasa'da ne yazıyor:
MADDE 2.– Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti
MADDE 3.– Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.
Başkenti Ankara’dır.

Türkiye bugün bölünmezliğini yitirdi mi? Evet.
Türkiye bugün bir hukuk devleti mi? Hayır. (Başbakan, Adalet bakanını arayıp bunu tutuklayın diyebiliyorsa, orada hukuk yoktur.)

MADDE 5.– Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.

Bugün bağımsızlık ve bölünmezlik korunuyor mu? Hayır. Refah, huzur arttırılıyor mu? Tam tersine, toplum bizzat kutuplaştırılıyor, artık herkes kendisinden olmayana 'onlar' diyor. Böl parçala yönet. 

Temel hak ve özgürlüklerin önündeki engeller kaldırılıyor mu? Yoksa tam tersine daha çok kısıtlanıyor mu?

MADDE 9.– Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.

Bu maddenin altına bir şey yazmaya dahi gerek görmüyorum. Ayıptır.

VII. Düşünce ve kanaat hürriyeti
MADDE 25.– Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.
Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.

Bugün insanlar sırf karşıt görüşten birisinin cenazesine gitti diye ateist , din düşmanı, hain ilan ediliyor mu? Evet, O zaman düşünce ve kanaat hürriyeti var mı? Hayır.

. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı
MADDE 34.– (Değişik: 3.10.2001-4709/13 md.) Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.

Gösteri yapmak anayasal bir hak olması şöyle dursun, terör eylemi gibi gösteriliyor mu? Evet. Böyle bir hak var mı? Hayır. 

V. Çalışma ve sözleşme hürriyeti
MADDE 48.– Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir.

Bugün serbest bir teşebbüs olan dershaneler kapatılıyor mu? Evet. Özel teşebbüs serbestisi var mı? Hayır. 

Türkiye bir hukuk devleti değil. Türkiye şu anda yine enflasyonun çift haneli rakamları bulduğu, büyüme ortalamasının cumhuriyet ortalamasının dahi altında seyrettiği, nüfusun 4 te birinden fazlasının açlık sınırında yaşadığı , gelir dağılımı adaletsizliğinde sonlarda yer alan, insanların yaşam kalitelerini ölçen HDI 'de 67.sırada bulunan (yani bizden iyi koşullarda yaşam standardına sahip 66 ülke var!), zengin kaynaklarından yararlanamayan, 12 yılda 14 kez eğitim sisteminin değiştiği, insanların düşüncelerini açıkladı diye hapse girdiği, en çok tutuklu gazeteci sayısına sahip, 2014 yılında uyguladığı internet sansürleriyle cihana rezil olmuş muz cumhuriyetidir. 

Kimseyi özel olarak kastetmeden şunu söylüyorum, 1923'ten bugüne kadar, ülkenin bu hale gelmesine katkıda bulunan herkese teşekkürler. Ancak;
Juri özel ödülü, İsmet İnönü, Adnan Menderes,Süleyman Demirel, Turgut Özal ve tabii ki Recep Tayyip Erdoğan'a. 

Emeği geçenler sine-i millete de , teşekkürü borç bilirim. 


















11 Mart 2014 Salı

Duygusal Gerçeklik,düstursuz şiirsellik ve aslında olanlar..

Bazen gelir öyle.. Mantıksal tamlamalar.. Neden her koyun kendi bacağından deyip köşene sinemezsin, neden bana ne deyip geçemezsin her şeye cevabı oluverir bir şarkı.

Ölüm, toplasa da çiçekleri,  çiçekte tohum biter mi?  Yiğitler bitmez bizde.. Analar biter mi?

Boş lakırdı sayılır olmuş yetim hakkı yemek, tüyü bitmemiş yetimin diye lafa karışmak ayıplanır olmuş,çünkü yıl, 2014 olmuş.

Sen fakir edebiyatı sayacaksın şimdi,

Ayakları donarak karda yürüyüp okula giden masum yüzlü çocuk,
Annesinin günahını üstlenen melek ,
Kuşun kanadını okşayan hükümsüz tutuklu...

Terörist muamelesi gören komutan, dilendirilen pamukçuk hastası bebek,
 ruhunu teslim ettiği 1 hafta sonra anlaşılan nine,  baklava çalıp hüküm giyen masum...

İnsan oldular diye idam edilen genç devler,

14 yaşında gelin edilip düğün gecesi göz yaşları akan gelin,

Evladını kurban verip devlete tazminat ödeyen şehit babası,  yıllarını güneşsiz geçiren düşünce suçluları...

Üzerine gemi devrildiği için kaybettiği babasının cenazesinde ağlayan çocuk,

Elinde el bombası patlayan evlatlarının naaşlarını teşhis edemeyen anneler,

30 kişinin tecavüzüne uğrayıp haksız çıkan körpe,


Sırf doğru bildiğini yaptığı için ekmeğinden olan işçi, emekçi,

6 evlat sahibi olup bir bayram günü yalnız ölen baba,

Bağırsakları dışarı çıkarılıp bir buçuk saat işkence gören kedicik,

Tecavüze uğrayıp yakılan sokak köpekleri, arabanın arkasına halatla bağlanıp sürüklenenleriniz,

14 yaşında 16 kilo kalan Berkin Elvan, Ve bugün gelir ölüm haberi..

Ve tüm masumlar,  dolu bir selam olsun demek lazım sizlere,

 Giremediğimiz kavgalardan,

Elimizden bırakamadığımız cep telefonlarından,

Burger King masasından,

Starbucks internet ağından,

Ve okumadığımız her kitaptan,

Yattığımız her rahat yataktan,

Selam vermek şöyle dursun,

Hatırına getirmeye utanıyor insan.

Ancak,

Şehirli olabilmeyi dahi marifet sayanlardan,

Kucak dolusu sevgiler sunabilirim zorlanmadan,

Che tişörtlü devrimci muhafazakar dostlarıma

Çav Bella.








5 Mart 2014 Çarşamba

Havaya ateş etmek ve Olası kast-bilinçli taksir ayırımı



Havaya ateş etmek ve Olası kast-bilinçli taksir ayırımı


Ceza Hukuku, ülkeden ülkeye farklılık gösteren ayrıntılara sahip olsa da , işlev bakımından farklılık arz etmemektedir. Bir suç işlenir, bu suç kanuni tanıma uygun ve diğer unsurlara sahip ise, yaptırım öngörülmüş olduğundan, ceza belirlenir.
Yine bu sistem, her birey de mevcut olan ve savunma mekanizmalarının doğal bir sonucu olan kendini aklama ,suçsuz gösterme psikolojisine de epeyce imkan vermektedir. Bu bağlamda iki kavramı inceleyelim:


 Olası Kast: Olası kast terimi, failin, fiili işlerken , düşüncesinin 'olursa olsun' şeklinde olması sonucu varlığı kabul edilen kast türüdür. Yani fail, eylemi gerçekleştirirken, sonuçlarını ön görmüş, hatta bu sonuçların olmasını önemsememiş, olursa olsun şeklinde bir mantık gütmüştür.

 Bilinçli Taksir: Bilinçli taksirin olası kasttan farkı, failin neticeyi fiilin yapılış anında istememiş olmamasıdır. Yani burada bir olursa olsun düşüncesi söz konusu değil, sonucu görme ama o sonucu istemeyerek o eylemi yapma durumu söz konusu olur.

Bu bilgiler doğrultusunda ele almak istediğim asıl konu ise, havaya rast gele ateş açma fiilinin, olaydan olaya olası kast veya bilinçli taksir olarak değerlendirilmesi durumunun pek de doğru bir tutum olmadığına dikkat çekmek, havaya rast gele ateş edip birilerinin yaşama hakkına , vücut bütünlüğüne tecavüz etmenin, bilinçli taksir olarak değerlendirilmesinin hatalı olduğuna vurgu yapmak olacaktır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu davranışın bilinçli taksir veya olası kast sayılması, TCK m: 61'de belirtildiği üzere verilecek cezanın indirilmesinde veya arttırılmasında etkili olacaktır, yani bir suçun cezası belirlenirken, bilinçli taksir mi , yoksa olası kast ile mi hareket ettiği, cezanın belirlenmesinde etkili olacak, taksir daha hafif yaptırımlara tabi bir kavram olduğundan, olası kast- bilinçli taksir ayırımı , önem arz edecektir.

Ele aldığımız fiil, havaya rast gele ateş açma durumudur. Bu fiil neticesinde sık sık karşılaştığımız üzere yaralanma hatta ölüm neticeleri meydana gelmektedir.Basına da sıkça yansıyan bu olaylar, toplumun geneli tarafından hali hazırda bilinmektedir.
Peki neden havaya ateş edip yaralanmaya sebebiyet vermek olası kast olarak değerlendirilmelidir?
Bu noktada, failin ateş açarken olursa olsun mantığını güttüğünü ispatlamaya çalışmak yerinde olacaktır.

Havaya ateş açıp yaralanmaya sebep olan fail, bilinçli taksir olduğunu iddia etmek için, nişancılık yeteneklerine güvendiğini, dolayısıyla böyle bir sonucu istemediğini, meydana gelmeyeceğini düşündüğünü ileri sürecektir. Ancak söz konusu fiilde , nişan alma gibi yetenek konusu edilebilecek bir eylem gerçekleşmemektedir. Nitekim TDK'nın nişan alma tanımına baktığımızda :
'Bir hedefi vurmak için ateşli silahlara gerekli doğrultuyu vermek, gezlemek' şeklinde bir tanım karşımıza çıkmaktadır.

Bahsettiğimiz, düğünlerde, asker konvoylarında, kutlamalarda havaya ateş etme durumunda ise, bir hedef söz konusu değildir, fail sadece o anlık heyecanını elindeki silahı kullanarak boşaltır, ona herhangi bir doğrultu vermesi söz konusu değildir, zaten dans ederken, arabanın camında otururken, hatta yine sıklıkla karşılaştığımız üzere alkollü iken havaya ateş açma fiili, tanımda geçen gerekli doğrultuyu vermek aşamasını da mümkün kılmamaktadır. Dolayısı ile, failin savunmasında yer verdiği kişisel yeteneklerime güvenerek sonucun ortaya çıkmasını istemedim şeklinde , hakimi bilinçli taksire yönlendirecek bir sav, geçerli olmayacaktır.


Bu bilgilere ek olarak, nişan alma eyleminin fail tarafından havaya ateş etme esnasında gerçekleştirilemeyeceğine vurgu yapmak amacıyla, biraz daha teknik boyuta girelim:  İnternet üzerinden yapılan ufak bir araştırma ile, atıcılık, avcılık işleriyle meşgul kişilerin nişan alma tariflerine ulaşılabilir,  burada teknik olarak, 'nişan alma, nişan hattını hedef üzerine oturtmaktır' şeklinde tanımlara rastlamanın yanı sıra, mermi yolu, nişan hattı gibi bir çok teknik terim ile de karşılaşılıyor. Dolayısı ile, bu kadar teknik bir kavramın, havaya ateş açan kişi tarafından o anda yapılmış olma olasılığı ortadan kalkıyor. 

Yani fail, havaya ateş ederken, zaten nişan almanın tanımı ve niteliği gereği, nişan alma işlemini gerçekleştirmemekte, bir hedefe yoğunlaşmamakta, mermiye bir doğrultu vermemektedir, rast gele havaya ateş açmaktadır, zaten asker veyahut eğlence konvoyunda araçların yan pencerelerine oturmuş vaziyette, veya düğünde halay çekerken, dans ederken, alkollü iken , bir hedefe odaklanmak, silahı sabitlemek, bu durumların şartları itibari ile mümkün değildir. Yani nişan alma eylemi dolayısıyla da bireysel yeteneklere güvenip sonucu istemediğini iddia etme durumu, burada geçerliliğini yitirmektedir.

Bir diğer husus, ateş etmek için elbette bir silah gerekir, silah dediğimiz kavram ise zaten zarara yol açmaya son derece elverişli bir kavramdır. Tüik verilerine göre bir yılda ortalama 15 bin kasten adam öldürme suçundan dolayı dava açılmaktadır. Kasten adam öldürme suçlarının çok büyük bir yüzdesi silahlarla işlenmektedir.Buradan hareketle, silahların zarar verme potansiyeli zaten açıkça görülebilir. Bu silahı kullanan kişi, Roma Hukukundan beri süregelen ifadeyle orta zekalı bir insan, silahın taşıdığı potansiyel tehlikeyi elbette biliyor olacaktır, yukarıda açıklandığı üzere, nişan alma eylemini dahi gerçekleştirmeden bu tehlikeli nesneyi kullandığında, sarih olarak gözükmektedir ki, doğacak sonuçları umursamamaktadır. 

Bu bağlamda bir kaç sayısal veri ile toplum genelinin ve dolayısıyla bahsettiğimiz 'orta zekada bir insanın' silah nesnesinin tehlikesinin farkında olduğunu açıklayalım: Tüik verilerine göre 2012 yılında 374.855 kişi ölmüş, bu ölümlerin %4.4 'ü dışsal yaralanmalar neticesinde meydana gelmiş, yani 2012 yılında 16.280 kişi dışsal yaralanmalar sonucu hayatını kaybetmiş. İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından yayınlanan bir diğer istatistiğe göre ise dışsal yaralanma olaylarının neredeyse 3'te biri silahlarla gerçekleştirilmektedir ki bu da 5 bin kişinin ateşli silahla yaralanma sonucu hayatını kaybettiğini göstermektedir. Yani 1 günde ortalama 15 adet ateşli silah ile adam öldürme suçu işlenmektedir. Bu olayların çok büyük bir kısmının da medyaya yansıdığı aşikardır, medya ise bugün , TV, gazete, dergi, internet gibi araçlarla hayatımızın her alanında yer almaktadır.

Bu bağlamda yapılan birkaç anket sonucunu da göz atalım, yapılan anketlere göre, toplumun %80.7'si bireysel silahlanmaya karşı,  %63'ü oyuncak silahların satışının engellenmesini istiyor,%62'si ise dünya çapında silah üretim ve satışının durdurulmasından yana. 
Tüm bu veriler ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki toplum , silahın tehlikesinden fazlasıyla haberdardır ve sürekli haberdar edilmeye devam edilmektedir. Sonuç olarak , orta zekada bir insanın, tüm bu rakamlar ve şartlar göz önüne alındığında, silahın tehlikesinin farkında olmaması, onu kullanırken potansiyel olarak yol açabileceği yaralanmaları bilmemesi, olanaklı değildir. 


 Fail, bu tehlikeleri bile bile, nişan alma işlemini de gerçekleştiremeden, ateş ettiği zaman, fiilin yol açacağı sonuçlara karşı kayıtsız kaldığı açıkça meydana çıkar. Ateşli silahların zarar vericiliği, merminin rijit yapısı nedeniyle sekme gibi durumlarının olabileceği, ateşli silah kullanırken mutlaka yapılması gereken nişan alma eyleminin dahi yapılmamış olması, bizi açıkça fiilin sonuçlarını önemsememe sonucuna götürmektedir.


 En nihayetinde,sonuç olarak, tüm bu tanımlar, rakamlar ve göz önüne alınması gereken realiteler bakımından, havaya ateş edip adam yaralama veya öldürme olayının, bilinçli taksirle işlenemeyeceği , olası kastın varlığı, verilecek yaptırımın bu doğrultuda belirlenmesinin hukuğun temel amaçlarından olan hakkaniyeti sağlamak bakımından daha isabetli olacağı açıktır, yasa koyucu, TCK 'nın Özel Hükümler kitabına, havaya ateş açarak yaralanma veya ölüm neticesi meydana getirme suçunu yerleştirmeli, ve hukuk düzeninde yer vermelidir.


Kaynakça : 

www.tuik.gov.tr
www.hurriyet.gov.tr
www.bugun.com.tr
5237 sayılı TCK
www.anketofisi.com
www.pollemik.com

26 Şubat 2014 Çarşamba

Çelişkiler ve biraz gündem, biraz kayıtlar üzerine..

3. Hava alanına sevinenlerin bir kez uçağa bindiklerinin şüpheli olduğu,
Borsa düştü diye üzülenlerin asgari ücretle geçinmeye çalıştığı,
Döviz yükseldi diye sinirlenen adamların kenarda 20 lirasının dahi olmadığı,
Belediyeciliği övenlerin sokaklarda ki çukurlardan, berbat trafikten şikayet edip durduğu,
Eğitim en önemli şeydir diyenlerin eğitim sisteminin 10 yılda 15 kez değiştirilmesini görmezden geldiği...

Halkçı geçinenlerin elit olduğu,
Solcuyum diyenlerin lüks rezidanslarda yaşadığı,
İşçilerin sesiyim deyip bünyesinde işçi barındırmayanların olduğu,
Sistem karşıtı olup Burger Kingde yemek yemekte hiç bir mahsur görmeyenlerin cirit attığı...

Dini tebliği amaç edinip kitaplarından ayda binlere lira kazananların vaaz verdiği,
Hoca geçinip ekonomist edasıyla faiz hakkında hutbeler okuyanlarn olduğu,
Cemaatini güçlendirmek adına tükürdüğünü yalama ustalarının doluştuğu,
Kızlarınızı okula göndermeyin deyip kadınlara hastalanınca sadece kadın doktora gidin diye salık verildiği...

Benim dediğimin tersini düşünen ölsün mantalitesinin sürdüğü,
Cahil insanların cahilliğini asla kabul etmediği, üstüne üstlük akıl küpü kesildiği,
Eğitim cehaleti alır, eşeklik baki kalır lafına birebir uyanların büyük oranlar teşkil ettiği,
Sorgulamak yerine inkarın hala en çok tercih edilen savunma mekanizması olduğu,
Benim düşündüğüm kesin doğrudur, aksini düşünen kesinlikle aptaldır davranışlarının kol gezdiği...


Bir ülkeyiz..

Ses kaydı çıkmış, yolsuzluk olmuş vs. bunlar gündemdir. Bu mantık değişmedikçe bu tarz olaylar olur ve gündeme oturur.

Kayıtlar ilk çıktığında , muhalif olanlar direk atlayıp kabul edicek, kayıtların doğru olduğuna iman edicek, Hükumet savunucuları ise direk montaj deyip saçma sapan montajlarla bu işin aslında 'bu kadar' kolay olduğunu ispatlamaya çalışıp kanaatime gaflete düşeceklerdir diye öngörüde bulunmuştum. Ek olarak, 'adam aptal mı? Dinlendiğini bile bile bunları telefondan anlatacak' diyenlerin varlığına da gram şaşırmış bulunmuyorum.

Arkadaş, adamın telefonu kriptolu, işi acil, ne yapacak telefonla görüşmeyip? Gayet temkinli bir şekilde arayıp anlatmaya çalışacak istediğini. Kayıtlarda da aynen bu oluyor, zaten dinleniyoruz diye sadece son konuşmasında söylüyor başbakan, o konuşma da zaten paraları sakla gibi bir şey söylemiyor, kriptolu telefona az biraz güvenmek zorunda olduğu zamanlarda gayet temkinli olarak anlatmaya çalışıyor oğluna durumu. 'oğlum  paraları saklayın dinleniyoruz' asla demiyor..

Ayrıca , 7 bin kişinin dinlendiğine rahatlıkla inanan insanlar , neden bu dinlemeye inanmıyor?

Aynı kaynaktan paylaşılmış kayıtlara Başbakan bizzat yanıt verip o kayıtlarda ki villalar aslında imarlı demedi mi?  Yani aynı kaynağın yaptığı dinlemelerin gerçek olduğunu kabul etmedi mi?

Ayrıca , madem dinleme olmadı, montaj bunlar, neden o zaman kriptolu telefonumu dahi dinlemişler diye bir mesaj verildi ?

Şunu da belirteyim, TRT veya Tübitaktan alınacak bir raporun Başbakanın montaj bunlar demesinden kanıt olarak hiç bir üstünlüğü yoktur. Ancak buna rağmen, ABD 'den jet rapor başlığı altında kayıtlar montaj diye paylaşımlar yapıldı? E hani bu adam ABD karşıtıydı? ABD bu adama böyle bir raporu jet hızıyla verdiyse o zaman ABD 'ye karşı dik duruş vs. hikaye? Yok eğer vermediyse de açıkça yalancılık yapılmış. Nerede kaldı ABD ve siyonizm düşmanlığı? İşinize gelen raporu alınca rafa mı kalkıverdi?

Hem, zaten Başbakan taraftarları, özellikle 30 yaşın üstünde ki kesim, 'ben yemiyor demiyorum, bu da yiyor ama çalışıyor' demiyor muydu? Defalarca ben şahit oldum ki diyordu. E zaten çalıştığuna kanıt olarak yolları ve metroları gösteriyordunuz, e bu dinlemenin gerçek olması da yediğine dair kanıt işte, zaten bildiğiniz bir şey önünüze sunulunca niye bu kadar savundunuz ki?

Şaka bir yana,  açıkçası bu kaydın gerçek olup olmaması beni ilgilendirmiyor, şahsi olarak şu sistemde oy kullanmanın hiç bir mantıklı yönü bulunmadığını düşünüyorum.

Yani kesinlikle kayıtlar doğrudur, veya kesinlikle montajdır demek doğru gelmiyor, ancak akıl ve mantık süzgecinden geçirdiğimiz zaman , bir yönü daha doğru geliyor ve bunu ortaya koymaya çalıştım.

Toplum, o kadar dediğim dedik, inandığım kesin görüşünde ki, hangi taraf için hangi delil gelirse gelsin, kimse görüşünü değiştirmeyecek, inancı yalan olduğu yönündeyse öyle kalacak ya da tam tersi.

Herkes inanmak istediğine inanır. Bunu bugün çok net olarak görüyoruz.  Yine daha önce de yazılarımda kullandığım bir sözle ' insanları kandırmak, onları kandırıldıklarına inandırmaktan daha kolaydır'.





























16 Şubat 2014 Pazar

Biz, sizinle dalga geçtik, geçiyoruz.

Çok değil , 1 yıl önce kendi kendinin fotoğrafını çekip sosyal medyada paylaşanlara kro, cahil, keko, hanzo muamelesi yapılmaktaydı. Bugünlerde , ismini biraz cafcaflı hale getirdik,  'Selfie' dedik, sonra baktık ki geçen yıl bu tarz fotoğraflar çekenleri aforoz edenler, bir bir selfie fotoğraf çekip yayınlamaya başlamış.

4-5 yıl önce, geyikli, örme desenli kazak giyenler, estetik yoksunu, zavallı ve gariban ilan edilmekteydi.
Biz de boş durmadık, bu tarz kazak ve çeşitli giysileri bir iki tane popüler isme giydirdik, bir iki tane broşüre bastırıp reklamını yaptık. Bir de ne görelim, 4-5 yıl önce bu tarz giysileri giyenlere sadaka verenler, birden dolaplarını bu tarz şeylerle doldurmuş.

Yine bir kaç yıl önce, inşaat işçilerinin ve İski çalışanlarının giydiği uzun plastik botları, aynı taktikle kamuoyunun önüne sunduk, bir kaç ünlü simada görüldükten sonra insanlar tarafından benimsendi ve insanlar bunları satın aldılar. Lağım temizleme işinde çalışmamalarına rağmen, bunları giyip dolaştılar.

Bir kaç yıl önce, evlatlarına 'bırak o telefonu artık' diye sitem eden ebeveynler vardı. TV ve diğer medya organlarıyla, akıllı telefon kullanan orta yaşlı insanları , bu olayın artık gereksinim olduğunu bu ebeveyn grubuna benimsettik. Sonuç olarak sadece bir kaç yıl önce ne anlıyorsunuz şu telefonu kullanmaktan, bırakın iki dakika sohbet edelim diyen anne-babalar, akıllı telefon sahibi oldular ve ellerinden düşürmemeye başladılar.


Elbet boş durmadık, evlerinde STV ve Kanal 7 harici Tv izlenmeyen bir kitle vardı, öyle ki bunlar sadece bu kanalların izleneceğini, başka bir kanal asla izlemeyeceğini söylemekteydi. Biz de dijital uydu alıcılarını yaygınlaştırdık, ulaşılabilir kıldık, kanal sayısını arttırınca belgesel kanalları izlenir oldu, asla denen kırmızı çizgi bir kez aşılmıştı, gerisi geldi, STV ve Kanal 7 gibi kanalları itibarsızlaştırdık, yalan haber yapar duruma soktuk ve yayınlarını kalitesizleştirdik, diğer yandan diğer ulusal medyayı güçlendirdik, daha kaliteli ve yüksek bütçeli dizi ve programlar yaptırdık, böylece sadece iki üç kanal vasıtasıyla ulaşmak zorunda olduğumuz kitle daraldı, genelin içine aldık, zaten daha önceden eve Tv almama üzerine olan dirençlerini de STV ve Kanal 7 gibi muhafazakar kanallar piyasaya sürerek kırmıştık, bu da diğer bir adım oldu.

Faiz ve bankayla asla işim olmaz diyen kitleye karşı da bir çözümümüz olmalıydı elbet, bu kesimin yumuşak karnı dindi ve bunu kullandık. Müslüman liderlerin ve kanaat önderlerinin destekleriyle 3-4 adet müslüman banka getirdik, ülkeye yayılmalarını sağladık. Bu bankalara faizin adını kar payı olarak değiştirmelerini, kredi verip faizli geri alma işlemini ön alım işlemi olarak nitelendirmeleri gerektirdiğini salık verdik. Onlar da öyle yaptılar, bu bankaların şubelerinde faizin adı geçmedi, ancak faizle eşit oranda kar payları ve faizden çok daha yüksek bir bedelle yaptırılan ön alım işlemleri günlük rutin oldu, böylece faizle işi olmayan insanları da kapsadık, işimize koştuk.

30-40 yıl önce yaptığımız toplum mühendisliğini tersini çevirip yeni nesli baştan inşa ettik, o zamanlar yeşilçam filmlerinde zengin olmanın ilk şartının kötü olmak olduğunu benimsettik. filmlerimizde tüm zenginler kötüydü.Fakirler ise gururlu.  Böylece %90'ı fakir olan halk fakirliği ile gurur duyup tüketime özenmedi. Bugün ise zenginlerin de iyi olduğunu, zengin yaşam tarzının mükemmel olduğunu, bütün sorunların zenginlikle çözülebileceğini, tüketimin mutluluk kaynağı olduğunu aşılıyoruz. Dikkat edin, ulusal çapta etkiye sahip her kanalın en az 2 tane zengin hayatını öven, özendiren dizisi vardır, bunun olmasını sağladık.


Bir de ülkenin aydın geçinip karanlığa gömülmüş kısmı vardı,  onları gülünç duruma düşürmek ise hiçte zor olmadı, tuttukları resmi bir siyasi parti vardı, bu partiyi sol bir parti görüp buna oy atınca kendilerini aydın hissediyorlardı. Ve bu partinin en büyük tezlerinden birisi de dini devlet işlerine karıştırmamaktı. İşlem gayet basit oldu, önce en radikal kesime doğru partiden bir açılım sağladık, çarşaflı bayanlara CHP rozeti takıldı, liderleri değişti ve artık bu partinin de seçim konuşmalarında inşallah ve maaşallahlı cümleler görmeye başladık. Türban açılımı yaptırıp karşı çıkanları bir bir partiden dışlattık. Ardından tam da tahmin ettiğimiz gibi aileden bu partili olan aydın sürüsü, oylarını başka bir partiye kaydırmadı, aksine bu partinin oyları artış gösterdi.

Modadan bankacılığa, eğilimlere, zannetmelere, ve kesin olarak inanılan şeylere hükmettik, değiştirdik, yeniden inşa ettik. Siyaset ise sadece bir oyun sahnesiydi ve istediğimizi oynatmakta özgürdük/özgürüz.Oraya değinmeye şimdilik gerek duymuyorum. Toplumsal rol modeller yaratmakta işe yaradığını belirtmekle yetineyim.

Ek olarak, toplumda biz bunlar yaparken işin farkına varan çok az insan vardı/var, onlarda dinlenmedikleri için etki alanları dar, bizim elimizde medya, onların elinde kuru bilgi var.Başaramazlar, çünkü insanları kandırmak, insanları kandırıldıklarına inandırmaktan daha zordur.


                                                                                                  Bir Dost/Düşman.



















12 Şubat 2014 Çarşamba

Hayvan hakları ve kamu düzeni

İnsan öldürmek suçtur, o kişinin ailesine ve yakınlarına ödeyeceğiniz tazminat dışında , sırf kamu düzenini bozduğunuz için kamu davası görülür ve bunun neticesinde bir ceza verilir.

Hırsızlık suçtur, sırf malını çaldığınız kişiye verdiğiniz zarardan değil, kamu düzenini bozduğunuz için de yine kamu davası görülür ve mahkumiyet söz konusu olur.

Yere tükürmek ise bir kabahattir, yerlerde ki tozları kirlettiğiniz için kabahat işlersiniz ve idarece bir yaptırım uygulanır, kınama, uyarma veya idari para cezası gibi.

Aynı şekilde, evinizde beslediğiniz masum,savunmasız, bir can taşıyan , duyguları dahi olan ve acı çekme yetisine sahip bir hayvanı öldürdüğünüzde de kabahat işlemiş sayılırsınız, idari para cezasına çarptırılır,öder ve kurtulursunuz. Yani  mevcut kanunlarımıza göre işkenceyle hayvan öldürmek ile yere tükürmek arasında nitelik olarak hiç bir fark yoktur. İkisi de kabahatler kanununda düzenlenmiştir, buna düzenlemek denirse tabi.

İlk başta değindiğimiz kamu düzeni kavramına bakalım, biraz düşündüğümüz zaman sözlük kullanmadan da bir tanım oluşturabiliriz, kamu düzeni dediğimiz şey, toplumun huzur ve güven içinde olması, bireylerin fiziksel ve psişik olarak sağlığının yerinde olması ve günlük işlerin bu kapsamda yürütülmesi durumudur.

Hırsızlık, adam öldürme , adam yaralama gibi suçlar toplumun bu sağlıklı işleyişine zarar verdiği için kamu davası ile de yaptırıma bağlanır ve ceza görülür, hepsi suç olarak düzenlenmiştir, çünkü bu bahsettiğim düzen bozulmuştur, insanlar kendilerini fiziksel ve psikolojik sağlıklı hissetmekten yoksun kalmış, güven ve huzura gölge düşmüştür.

Tam da bu noktada, bu haftanın gündemi olan ve 3 günde unutulan işkence ile sahiplendiği kediyi öldüren failin olayına bakalım.

Bu olay kamu düzenini bozdu mu ?  Kamu düzenini tehdit etti mi? Bir hırsızlık olayı kadar kamu düzenine halel getirdi mi? Bu sorulara yanıt arayalım.

Bu olayı duyan kaç kişi o an üzülmedi? Kaç kişi o iş günü içerisinde kendini işine tam manasıyla verebildi? Kaç kişi bu olay aklına geldiğinde duraksayıp günlük işlerini aksatmadı? Kaç kişi bu olay yüzünden toplumsal yozlaşmayı görüp topluma ve kamu düzenine dair güven kaybı yaşamadı?  Kaç kişinin diğer insanlara olan bakışı daha olumsuzlaşmadı?

Burada sorduğum kaç kişiler, sayıca epeyce az olacaktır. Toplum olarak bu olaydan etkilendiğimiz ve tanımını verdiğim kamu düzeninin bozulduğu da apaçık ortadadır.

Kamu düzenine halel getirmek ise kamu davası ile yaptırıma bağlanması gereken bir suçtur. Özel hukukun bir çok kanun maddesinde değinilen  normal insan kavramında ki normal bir insanın bir hayvana işkence edilmesinden etkilenmemesi mümkün değildir. Bugüne kadar yapılan tüm sosyolojik ve psikolojik çalışmalara göre de toplumun geneli normal insan statüsünde olduğundan, toplumun bu olaydan etkilenmemesi ve dolayısı ile kamu düzeninin bozulmaması mümkün değildir.

Bu kadar açık bir şekilde kamu düzeninin bozulduğu ortada iken, mevcut düzende bu durum yok sayılıyor.

Hayvanlara işkence sadece kabahat olarak görülüyor ve kabahatler kanunu niteliği gereği bir idare kanunu olduğu için, yani muhattabı mahkemelerden çok idare olduğu için, idare dediğimiz kavramından yine aynı kanundan mütevellit yapabileceği en ağır şey para cezası kesmek olduğu için bugün  Eskişehir'de ki olayın faili teknik olarak suçlu değildir, kabahatlidir. Dolayısıyla aldığı ceza da bu doğrultuda olmuştur.

Tüm bunlardan hareketle varmak istediğim sonuç, hayvanlara işkence etme, yaralama veya öldürme hususlarının kabahatler kanununda değil de ceza kanunlarında düzenlenmesi, yaptırımının ağırlaştırılması, caydırıcı olması, kamu düzenini bozan bir durum olduğunun kanun koyucu tarafından kabul edilmesi ve bu suçu (müsaadenizle suç demek istiyorum) işleyenin kamu düzenini bozmaktan da yargılanması ve kamu davasının da bu doğrultu da görülmesi, kanun koyuculara hayvanların da can taşıdığının, acı çekebildiğinin, ecelleriyle ölebildiklerinin yani öldürülmeye ihtiyaçları olmadığının , kanunun var oluşundan beri süregelen zayıfı koruma iddiasında ki zayıf taraf olarak yer aldıklarının yani kanunun korumasına ihtiyaç duyduklarının hatırlatılması, ve bu bağlamda çalışmalar yapılmasıdır.

Ben burada sinekte canlıdır, böcekte canlıdır veya sığırları kesip yiyoruz gibi bir cümlede aşılabilecek aklı selim olmayan tezlere yanıt vermek istemiyorum, vermek istediğim mesaj bellidir, sarihtir.


















17 Ocak 2014 Cuma

Kulpçuluk ve Nefs

İnsanlar başaramadıklarını başaranlara, yapamadıklarını yapanlara, elde edemediklerini elde edenlere,iyi olacağını düşündükleri ama kendilerinin ulaşamadığı konumlara ulaşanlara,  cesaret edemedikleri şeyleri cesaret edip ifa edenlere bir sürü kulp takarlar.

Bunun da tek bir nedeni vardır, nefs.

Çünkü insan 'kendini gerçekleştirmek' isteyen, tatmin olmak isteyen bir varlıktır. Genel tabirle egosunu doyurmak isteyen bir varlıktır. Egosunu yüceltmek için yukarıda saydığım gibi kulp takar, böylece kendi tatmin olamamış egolarını başkalarını aşağılayarak yükseltmeye çalışır, ancak insani olarak aşağı bir konuma gelirler.  Biraz da süslü laflarla , itiraz edilemesin diye  entelce söylemlerde bulunulduğu zaman, egoya karşı ifa edilmesi gereken bu kutsal görev tamamlanmış olur.

Bu kulpçuluk, illa ki bir nitelendirme şeklinde ortaya çıkmaz, bazen bir davranış , yapma, yapmama şeklinde de ortaya çıkabilir.

Örneklere gelelim; Bir kişi düşünün, standart bir Türk erkeği, göbekli, evli, 2 çocuk babası, askerliğini yapmış ve liseyi bitiremeden eğitim hayatını noktalamış. Bu kişinin karşısına genç ve askere gitmeyen birisi çıktığında, 'Sen hele bir askere git de adam ol, daha sen ne gördün' der. Karşısında ki kişi, eğer ben askere gitmek istemiyorum derse onu vatan haini ilan eder, halbuki bu kişi, imkanı olsaydı kendi de askere gitmeyecektir ancak gitmiştir, dolayısıyla o yaşadıysa diğerleri de o zorluğu yaşamalıdır. Yoksa kıskançlık dediğimiz duygu belirir ama kişi bunu asla kabul etmez.Hatta aynı kişi kendisi askerdeyken babasına sık sık günlerin geçmediğini belirten mektuplar yazmış, kaçsam gelsem sana yarim diyen şarkılarla ruhunu coşturmuştur. Aynı kişi her ortamda askerde bizim anamızı bellediler diye anlatmaktan geri durmamıştır, ancak, gitmek istemeyenleri vatan haini diye nitelendirmeyi hiç abes bulmaz. Çünkü düşünemez, gerçekten bu toprağa borçlu muyum? Borçluysam bunun tek ödeme şekli askerde dayak yiyip tuvalet temizleyip patates soymak mıdır? Gibi.      
           

Yine aynı kişi kendisiyle ekonomi veya siyaset tartışan bir üniversite öğrencisine göğsünü gere gere şunu söyler: ' Biz hayat okulunda okuduk oğlum, sen nerden bilceksin? ' Hayatında okuduğu kitap sayısı 2 elin parmağını geçmeyen bu kişi, her şeyi hayat okulunda öğrendiğini, yaşama dair ekonomi siyaset ne varsa hepsini bu okulda çözdüğünü düşünür. Çünkü egosu öyle emreder, kendisi okuyamamıştır, dolayısıyla okuyanlar öyle çok ta matah bir eylem yapmamaktadır, hatta saçma sapan konuşmaktadır. Eğer okuyanın kendisinden daha çok bilebileceğini kabul ederse, egosu tatmin olmaz ve mutlu olması zorlaşır.
                                         
Yine aynı kişi , bekar, master yapmakta olan, 35 yaşında ki bir tanıdığına her lafı açıldığında 'evlenecek kız bulamadın, bir baltaya sap olmaz senden' demektedir. Nedeni çok açıktır, kendisi  annesinin görücü usülüyle getirdiği kızı beğenmek zorunda kalmış, aile baskısıyla evlenmiş ve çok istemesine rağmen bekar hayatı yaşayamamıştır . Bu yüzden her fırsatta aile hayatının güzelliğini övmekte, babalığın ne kadar kutsal bir şey olduğunu bağıra bağıra anlatmakta, ama çocuklarının yüzünü sadece pazar kahvaltılarında görmekte olup , iş saatleri haricinde zamanını da kahvehane de geçirmektedir.  Kendisi evlenmiştir, dolayısıyla yapılması gereken bu olmalıdır, zıt  bir durum yanlış veya kabul edilemezdir. Ve kulp takılır.

İlk okulda ki başarılı sınıf arkadaşlarına inek denilir. Kimse tarafından sevilmezler. Ve bu durumun çok az istisnası vardır. Hatta o başarılı olan çocuk çalışmıyor bile olabilir ama fark etmemektedir, notları çok iyi olduğu için 'inek' olmak zorundadır, hayalen bütün zamanını dersle geçirmekte, bu kulpu takanların 3 katı daha fazla ders çalışmaktadır.
İşin komiği, bu durum Lise'de de Üniversite de değişmez.Hiç kimse kendisinden az çalışan birisinin ondan çok daha yüksek notlar alabileceğini ihtimal vermez. Kendisi 2 saat çalışıp 60 almıştır, 'inek' 90 almıştır, en az 4-5 saat çalışmış olmaldır, hatta bir günlük çalışmayla  o notları alamamalıdır, her gün çalışıyor olmalıdır.O kadar çalışsa kulpu takan da alır ona göre.
Tüm bu düşüncelerin sebebi, kulp takan kişilerin,yani bu örnekte anlatılan gibi düşünen kişilerin, kendisinin limitlerini en üst sanması, ondan daha başarılı olmak için çok daha fazla çalışmanın şart olduğunu düşünmek istemesidir. Aksi takdirde ortaya çıkan tablo kişinin hoşuna gitmez, söz gelimi sınav akşamı çalışan kişi 80, kulp takan da yine sınav akşamı çalışıp 60 almışsa, diğeri inek olur. 'Çalışkan' olur. Çünkü asla ikisinin de sınav akşamı çalışıp diğerinin daha yüksek alması mümkün değildir. Olmamalıdır. Mutlaka yüksek alan daha fazla çalışmıştır. Bu durumun kabullenilmemesi de , ego meselesidir yine. Kişi eğer kabullenirse mutsuz olur çünkü egosu tatmin olmaz. Nefsine yüceltmek için, karakterini düşürür.

Eğer kişi komünist ise, ona en ufak muhalefet eden birisi cahil ve sıradandır.

Eğer kişi Liberal ise, ona muhalefet edenler cahil , mantıksız ve sıradandır.

Eğer kişi AKP 'li ise, muhalafet edenler bu ülkeye düşmandır.

Eğer kişi CHP'li ise , muhalefet edenler koyundur, uykudadır.

Eğer kişi Samsung telefon kullanıyorsa, Apple alanlar kazıklanmıştır.

Eğer kişi sayısal okumuşsa, diğer alanlardakiler en iyi ihtimalle tembel, veya aptaldır.

Eğer kişi sözelciyse, diğer bölümleri okuyanlar enayidir.

Eğer kişi askere gitmişse, gitmeyenler haindir.

Eğer kişi mutsuza, mutlu olanlar kendilerini kandırıyordur.

Eğer kişi fakirse, hayat adil değildir.

Eğer kişi zenginse, hayat fırsatlarla doludur.

Eğer kişi kadınsa, kadın üstündür.

Eğer erkekse, erkek üstündür.

Eğer kişi okumuşsa, eğitim çok önemlidir.

Eğer kişi okuyamamışsa, önemli olan hayat okuludur.

                 


Sebep egodur, kişi kendini önemser. Gereksiz yere, abartılı bir biçimde hemde. İsteyerek veya istemeyerek içine girdiği her durumu kabul edilir kılmak için kulplar takar, gerek kendisine, gerek başkasına.

Eğer bir ortamda kişilerin hayatlarının güzelliği yarışır vaziyette ise, o kişinin hayatı en iyisidir.

Yine aynı kişiler arasında, hayatın zorlukları yarıştırılmaktaysa, en çok zorluğu yine aynı kişi çekmiş ve en zor hayatta onun olmuştur.

Ego kendini gereksiz ve akılsızca önemsetir insana. Aşağılık bir konuma sokar. Basitleştirir.Hep en iyi benim, ben yapamadıysam şundan, benim hayatım en zoru, ben en başarılıyım veya en iyi yapabilirdim dedirtir ego.

Sözün özü ise, nefs, en büyük yalancıdır, itibar edeni, itibarsızlaştırır.